Bir Hayalin Peşinde Ötüken’e yolculuk

H. Nihal Atsız’ın Bozkurtlar romanıyla başlayıp yıllardır kurulan hayal Aşkın beyin sosyal medya hesabında Ötüken’e tur düzenliyorum duyurusu ile gerçekleşmeye başladı. 2024 yılı haziran ayının son haftasında Ötüken’e gitmek için biletler alındı, planlar yapıldı veee 20 Haziran 2024 perşembe günü saat 14:20’de Moğolistan hava yolları ile İstanbul’dan Ulaanbatur’a yolculuk başladı.

Türklerin ilk siyasi yapılanmasının merkezi olan Ötüken’i görecek olmak gerçekten çok güzel olacak. Yıllarca Orhun anıtlarının fotoğraflarını görüp Göktürk devletinin ne kadar yüce olduğunu hep hayal etmiştim. Bozkurtlar romanı ile tanıştığım coğrafyanın gerçeğine gidiyor olmak, Kürşad’ın isyanı, bağımsızlık sevdası, uçsuz bucaksız bozkırlar tabiri, Atatürk’ün “bağımsızlık benim karakterimdir” sözü ve daha birçok şey…..

21 Haziran 2024 Ulaanbatur, yerel saat 03:30; yaklaşık sekiz buçuk saat süren yolculuk uzun gibi görünse de kısa bir o kadar güzel bir yolculuk oldu. Uçağın doğu batı yönlü rotası, gittiği enlem derecesi, tarihin anlamına uygun bir olayı yaşamamıza imkan sağladı. Kazakistan semalarında giderken uçağın sağ penceresi (güney) karanlık, sol penceresi ise halen aydınlıktı. Uçağın kuzey kutup dairesine yakın geçiyor olması ve irtifası bize Dünyanın eksen eğikliği ve yörünge hareketinin bir sonucunu deneyimlememize imkan vermişti. Uluslararası Cengiz Han hava alanına indiğimizde Ulaanbatur’da yağmur vardı. Sabah saat 5’te dinlenmek için otelde odalarımıza geçtik. Saat 9 gibi uyandığımızda, 470 kuzey paralelinde kar yağıyordu.

İlk Gün 21 Haziran 2024: Moğolistan’a uyum, Telefon hattı ve Döviz takası

Bir gün önce Hava alanında bizi karşılayan Moğolistan vatandaşı Kazak Türk’ü Serik Bey’in rehberliğinde kısa bir şehir turundan sonra Öğle yemeği için Başkent Ulaanbatur’da olduğumuz günlerde sıkça geleceğimiz Kazak lokantasına gittik. Şehrin aşırı yoğun trafiğine rağmen sürücülerin oldukça sakin olması, neredeyse hiç korna sesinin olmayışı dikkat çekiciydi. Bizim rehberimiz ve şoförümüz Serik bey ve diğer şoförlerin hiç biri ilerlemeyen trafikten hiç rahatsız olmadan sakince bekliyor olmalarına, ara yollardan çıkıp ana yola dalan diğer sürücülere hiç itiraz etmeden yol vermelerine, Türkiye’de böyle durumlarda çıkan hatta sonucu ölümle biten kavgalara alışık olan bizler çok şaşırmıştık. Çay, erişteli kavurma ve kazak mantısından oluşan öğle yemeği için kişi başı 32.000 töngrü ödedik. Yemek sonrası gezi boyunca kullanacağımız yerel telefon hattı (internet) almak ve döviz takası işlemlerimizi yaptık. 1 ABD doları karşılığı 3.222 Töngrü (Moğol para birimi söylemesi biraz zor olan Töngrü) ediyor olması alış verişlerde yaptığımız ödemelerin TL karşılığını hesaplamamızı da kolaylaştırmıştı. Aynı tarihte 1 ABD dolarının karşılığı 32,22 TL ediyordu. İnternet için 15 günlük kullanımı olan 16 GB internete 16.000 Töngrü (160 TL; Türkiye ile kıyaslandığında ucuz olduğu söylenebilir.) ödedik. Artık yeteri kadar Töngrümüz de olduğuna göre Başkentte gezmeye devam edebiliriz.

Bu günkü şehir gezisindeki durağımız yerel ürünlerin de satıldığı Başkentin en büyük alışveriş merkezi oldu. Moğolistan’a özgü hediyelik ürün olarak değerlendirilebilecek eşyaların başında Kaşmir geliyor. Keçinin en yumuşak tüyleri kullanılarak üretilen kaşmirin pahalı olduğu söylenebilir. Deve ve koyun yünü kullanılarak yapılan keçe ürünler, deriden yapılmış eşyalar ve kemiklerin işlenmesi ile yapılmış eşyalar Moğol kültürünü yansıtan hediyelik eşyalar olarak satılıyor. Burada üzerine süsleme yapılarak çerçevelenmiş (hayvanların kol/ön ayak) kemikler dikkatimi çekti. Rehberimiz Serik beyin anlattığına göre Kazak Türklerinde önemli misafirlere hayvanın ön kol eti, Moğollarda ise arka but eti ikram edilirmiş. Yine bir Kazak geleneğine göre Misafirlikte hayvanın ön kol kemiği üzerindeki etler yendikten sonra kemiğin üzerine bıçakla, misafirin yolunun açık olması dileği anlamına gelen çizgilerin yapıldığı geleneksel bir inanç varmış. Burada gördüğümüz kemik üzeri işlemelerin bu geleneksel inancın dönüşümü olabileceğini düşündüm. İlk gün saat 21:30’da otelimize döndük.

2. Gün 22 Haziran 2024 Cumartesi: Moğolistan’da Türk İzleri

Gün Nova Otelde kahvaltı ile başladı. İlk gezi mekanı Cengizhan müzesi. Müze yeni yapılmış toplam 7 kattan oluşuyor. Müze giriş ücreti 30.000 Tögrü (300 tl). Müze giriş katında gelen ziyaretçilerin fotoğraf çektirebilmeleri için büyük bir Cengizhan resmi konulmuş. İlk katta Moğolların Hunlardan başlayıp bu güne kadar kullandıkları paralar sergileniyor. Hunlar Kendi tarihlerini Hunlarla başlatıyorlar. Göktürkler ve Uygurları Müzede kendi tarihleri içinde göstermişler.

2. ve 3. kat Hunlara yer verilmiş. Mete Hanın büyük bir heykeline yer verilmiş. Arkeolojik kazılarda elde edilen orijinal eşyalar sergilenmiş. MÖ 3. ve 2. yüzyıla ait Hun dönemi paralar, kıyafetler, ok uçları, kemer tokaları, at koşum takımları, silahları görebiliyorsunuz. Buradaki en önemli eserlerden biri Orhun kazılarında bulunan ve Kültigin’e ait olduğu kabul edilen heykel ve altından yapılmış taç yer almaktadır. Bir diğeri ise dünyanın en eski pantolonu ve 12 hayvan derisinden yapılmış bir kaban Hun dönemi kıyafet kültürü açısından oldukça değerli eserler olarak ifade edilebilir. Temsili bir kurgan müzenin önemli eserleri arasında sayılabilir. 4. katta Göktürk dönemine ait bir balbal dikkat çekiyor. Müzenin 5. kat ve sonrası Cengizhan’la başlayan Moğol tarihini anlatıyor.

Müzede yaklaşık 3 saat geçirdikten sonra yürüyerek Moğol parlamento binası merkezli şehir gezisi ile günü noktaladık. Otele dönüşü gezideki ekipten 4 arkadaş ile birlikte oldukça maceralı bir yürüyüşle yaparak günü tamamladık.

Yaz ve Kış Saati Uygulaması Neden Var?

Uygulamanın başlangıcında amaç güneş ışığından daha fazla faydalanmaktır. Nüfusun bugüne göre daha az olduğu ve insanların daha ziyade kırsalda yaşadığı dönemlerde bir günün aydınlık dönemi çalışma, karanlık dönemi ise dinlenme ve eğlenme için ayrılmıştı. Fakat ilerleyen dönemlerde nüfus arttı. Nüfusun artışı tüketimi arttırdı. Tüketimin artışı daha fazla üretme zorunluluğunu doğurdu. Daha fazla üretme arzusu sanayi inkılabını getirdi. Devamında sanayinin gelişmesine bağlı ortaya çıkan iş gücü ihtiyacı nüfusun sanayi merkezlerine doğru göç etmesini neticede önce sanayi bölgeleri ve sanayi şehirleri hızlı bir şekilde büyümeye başladı.  Nüfus, sanayi ve şehir üçlüsü birbirini etkileyerek üretim-tüketim-dağıtım faaliyetlerinden oluşan ekonomiyi büyüttü. Büyüyen ekonomi daha uzun ve yoğun çalışma gereği doğurdu. Başlangıçta günün çalışma vakti olarak kullanılan gündüzün yeterli gelmemeye başlaması nedeniyle gecenin başında ve sonundaki yarı aydınlık dönem hatta tamamında çalışma gereği ortaya çıktı. Böylelikle üretim maliyetlerinde aydınlatma gideri ortaya çıktı. Aydınlatma giderini düşürmek için güneç ışığından daha fazla faydalanmak bir çözüm olarak görüldü. Kuzey yarım kürede orta kuşaktaki ülkeler bahar gündönümü (21 Mart) ile güz gündönümü (23 Eylül) arasında daha doğudaki saat dilimini ulusal saat olarak kullanmaya başladılar. Dolayısıyla yaz döneminde ileri saat, kış döneminde ise geri saat uygulaması yapılmaya başlandı.

Uygulamanın başlangıcı….

İleri ve geri (yaz ve kış) saat uygulaması başlangıcından bu yana tartışılan bir konu olmaya devam etmektedir. Konuyla ilgili bbc.uk de yayınlanan bir makalede fikrin ilk kez 1784’te Mucit, filozof ve Amerikan siyasetinin ağır toplarından Benjamin Franklin’in Paris’teyken yazdığı espirili bir mektupta ortaya atıldığı fakat ciddi anlamda fikri ortaya atanın 1895 yılında Yeni Zelandalı bilim adamı George Vernon Hudson olduğu yazılmaktadır.

Fikir, 1907 yılında yaz sabahlarında gün ışığının israfına öfkelenen William Willett adlı bir inşaatçının(rmg.co.uk) (bbc.uk haberine göre; yaz döneminde mesaiden sonra golf oynamak için daha uzun aydınlık zaman kalmasını sağlamak için) İngiltere’de saatlerin değiştirilmesi yönünde kampanya başlatmasıyla popüler oldu. William Willett’in çabaları parlamentoyu ikna etmeye yetmedi. Ta ki 1916 baharında, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Alman ordusu enerji tasarrufu yöntemi olarak saatleri ileri alması ile ikna oldu ve Birleşik Krallık dahil pek çok Avrupa ülkesi bahar geldiğinde saatlerini bir saat ileri güz geldiğinde ise geri almaya başladılar.

Britanya 1972 yılında mart sonu ileri, ekim sonu geri alınması şeklinde yaz saati yasasını oluşturdu. Avrupa Birliği üye ülkelerine (İzlanda hariç) 2002 yılından itibaren Mart ve Ekim aylarının son pazar günü saatlerini değiştirmelerini şart koştu. Avrupa Parlamentosu 2019 yılında yaz saatinden vaz geçilmesi konusunu gündeme getirmiş olsa da uygulamadan vaz geçilmedi. Halen dünyada çoğunluğu Avrupa ve Kuzey Amerika da olmak üzere yaklaşık 70 ülkede yaz saati uygulanmaya devam etmektedir (rmg.co.uk).     

Türkiye’de yaz ve kış saati uygulaması ilk kez Atatürk döneminde 13 Mayıs 1924 tarihinde (Osmanlı döneminde 1916 yılı) geçilmiş, uygulama 1 Mayıs 1926 tarihinde saatlerin alınması sonrasında kış saatine dönülmeyerek uygulama bitirilmiştir. Devam eden yıllarda saatlerin değiştirilmesine ilişkin farklı uygulamalar yapılmıştır. Örneğin 6 Ekim 1940 tarihinde tekrar yaz ve kış saati uygulamasına geçilmiş olsa da 1942 yılında yaz saatinde kalınmasına karar verilmiştir. Sonraki yıllarda da bazen sürekli ileri saat, bazen de yaz ve kış saati değişimi yapılmıştır. 1974-1985 yılları arasında sürekli olarak ileri saat kullanılmıştır. Yaz saati uygulamasında geçişte genel olarak ülkenin enerji ihtiyacı sebep olarak gösterilmiştir. 1985 yılından itibaren ise yaz ve kış saatinin dönüşümlü uygulamasına geçilmiştir.  7 Eylül 2016 tarihinde bu şekilde uygulamanın enerji tasarrufu sağlamadığı gerekçesiyle Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye’de yaz ve kış saati uygulaması sonlandırılmış sürekli yaz saati uygulamasına geçilmiştir. Sürekli yaz saati uygulamasında kalınmasının gerekçesi olarak kış (geri) saati uygulamasına geçilmesinin enerji tasarrufu oluşturmadığı yetkililer tarafından ifade edilmiştir.

Bu hususta Türkiye’de benim görebildiğim iki bilimsel makale* yazılmıştır. Her iki makale 2014 yılında yayınlanmıştır. İki makalede yaz ve kış saati şeklinde yapılan uygulamanın Türkiye için ekonomik bir kazanç getirmediği kanaatlerini bildirmişlerdir. Fakat her iki makalenin bu kanaate varırken yeterli veri kullanmadıkları görülmektedir.

Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında 76 dakikalık zaman farkı olduğu düşünüldüğünde, en doğudaki meridyenin yerel saatinin ulusal saat olarak kullanılmasının hem enerji hem de psikolojik ve sosyolojik problemler oluşturmayacağını düşünmek pek akılcı gelmiyor. İş ve okul mesaisinin sabah saat sekizde başladığında nüfusun yoğun olarak yaşadığı batı illerinde güneşin doğmasına daha ortalama 1 (bir) saat olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bence Türkiye bu konuda çok daha cesur bir karar alarak GMT+2 ve GMT+3 arasında bir seçim yapmak yerine GMT+2,5 i ulusal saati olarak kullanmayı tercih etmelidir.

*Ali Osman Kocalar, Hüseyin Toros (2014). Yaz ve Kış Saati Uygulamasının Türkiye için Değerlendirilmesi, Avrupa Bilim ve Teknoloji Dergisi Cilt. 1, No. 3, S. 59-68, Aralık 2014

*Nuri Güçtekin (2014). Osmanlıdan Günümüze Yaz ve Kış Saati Uygulamalarının Tarihçesi, Tarih Dergisi Sayı: 60, s.123-158

Zaman Ölçüm Sistemleri: Babil’den Günümüze

İnsanlar faaliyetlerini düzenleyebilmek için zamanı dilimlemeye ihtiyaç duymuşlardır. Yıl, mevsim, ay, hafta, gün, saat, dakika, saniye kavramları zamanın bölümlerini oluşturur. Peki zaman bölümlere ayrılırken insanlar hangi kriterleri kullanmıştır:

İnsanın gökyüzüne olan ilgisi muhtemelen var olduğundan bu yana devam etmektedir. İşte gökyüzü diye adlandırdığımız yer uzay boşluğunda gözümüzün görebildiği yerdir. İlk zamanlarda insanlar gökyüzünde çıplak gözle görebildikleri yıldızlar ve diğer cisimlerin hareketlerini inceleyerek kayıt tutmaya ve buna göre zamana ilişkin çıkarım yapmaya çalışmışlardır. Dünyanın güneşin etrafındaki bir dönüşü yıl olarak adlandırılırken, dünyanın kendi ekseni etrafındaki bir dönüşü ise gün olarak adlandırılmıştır. Ayın dünyanın etrafındaki bir dönüşü ise ay olarak adlandırılmıştır (Hicri takvim). Ay sayısının 12 olması, Ayın bir yılda gerçekleştirdiği 12 döngüsü ile ilgilidir. Hicri ve miladi takvimlerin ikisinde de 12 ay vardır. Fakat her iki takvimin 1 yıldaki gün sayısı farklıdır. Güneşi esas alan Miladi takvimin bir yılı 365 gün 6 saatten oluş. Ay’ı esas alan Hicri takvim de ise bir yıl 354 gün 8 saattir. Yılın haftalara bölünmesi ise biraz daha farklı olmakla birlikte yine işin temeli Babil’e kadar gitmektedir. Babil de hafta 7 gündür. Sonraları 8 günlük hafta hesabının yapıldığı olmuştur. Fakat bu durumda 365 güm olan bir yılı tamamlamak zor olmuştur. En zon Bizans imparatoru Konstantin zamanında haftanın 7 gün olarak sabitlendiği bilinmektedir.   

Peki ya saat;

Günün 24 saate bölünmesine ilişkin ilk hesaplamalar MÖ 1500’lere kadar gitmektedir. Hesaplamaların temelinde ise yine yıldızlar ve Babillilerin kullandığı Altmışlık sayı sisteminin olduğu kabul edilmektedir. Babilliler günü, gündüz ve gece olarak ikiye ayırmış, aydınlık dönem olan gündüzü 12 eşit parçaya (saate) bölmüşlerdi. Bu saatlerin süresi ve zamansal konumu gün ışığının uzunluğuna göre değişiyordu ve “altıncı saat” her zaman öğle vaktini belirliyordu. ilerleyen zamanda insanlar gün içerisinde gölge boyunun değişiminden faydalanarak güneş saatini kullamaya başladılar. İlk güneş saatini kullananların Mısırlılar olduğu tahmin edilmektedir. Neden 24 saat, 60 dakika ve 60 saniyenin cevabı ise matematikle ilgilidir.

Günümüz dünyasında en çok kullanılan sayı sitemi ondalık olsa da eski zamanlarda insanlar duodecimal (taban 12) ve altmışlık (taban 60) sitemleri kullanmışlardır. Mısırlılarda günü gece ve gündüz olarak ikiye bölmüşlerdi. Gündüzü kullanılan duodecimal sayı sistemine bağlı olarak 12’ye böldüler. Bu bölümleme ayın bir yıldaki 12 döngüsü ile de ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Bu konuda başka bir temel ise Mısırlı gökbilimcilerin gök çemberini oluşturan 36 yıldızla ilgili olabileceğidir. Mısırlı gökbilimciler gök çemberinin yarısını oluşturan 18 yıldızdan, gecenin başlangıcında ve sonunda görülen üçer yıldızın yarı aydınlık döneme geliyor olması nedeniyle görünme zorluğunu dikkate alarak sistem dışı bırakıp geceyi karanlık dönemde tam olarak gözlenebilen 12 yıldızla temsil ettiler. Yani geceyi 12 bölüme ayırmış oldular. Karnaktaki Ammon tapınağında MÖ 1400’lerde gecenin süresini ölçmek için kullanıldığı tahmin edilen su saatinin kabının da 12 bölümlü olarak yapılmış olması bu durumu desteklemektedir. Böylelikle hem aydınlık hem de karanlık dönem için 12+12=24 dilim ortaya çıktı. Dünyanın şekli, eksen eğikliği ve döngüleri nedeniyle yıl boyunca ekinokslar hariç gündüz ve gecenin süresi aynı olmadığından aydınlık ve karanlık dönemdeki her bir dilimin uzunluğunun aynı olması da mümkün değildi. MÖ 2. Yüzyılda yaşayan Hipparkos (MÖ 190-120) ekinoks günlerini esas alarak bir günü 12 saat gece 12 saat gündüz olmak üzere 24 saate bölmeyi önerdi. Bir saatin 60’a bölünmesi ise yine astronomi çalışmaları ve matematikte kullanılan sayı sistemi ile ilgilidir. Coğrafyanın isim babası olarak kabul edilen Eratosthenes (M.Ö. 276-194), Babillilerin Sümerlilerden aldıkları ve MÖ 2000’lerde geliştirdikleri altmışlık sayı sistemini kullanarak yaşadığı dönemde dünyanın bilinen yerlerinden geçen enlem sitemini tasarlamıştı. Yaklaşık bir asır sonra Hipparkos bu enlem çizgilerinden yola çıkarak dünyayı kuzeyden güneye geçen 360 derecelik boylam sistemini tasarladı. Her bir boylam derecesi bir meridyen yayına karşılık gelmekte ve meridyen yayları kuzey ve güney kutbunda birleşmektedir. Bugün de neredeyse aynen kullandığımız boylam dereceleri (meridyen yayları) temsil ettikleri noktaya güneş ışınlarının gün içerisinde en dik açıyla geldiği noktalardır. Bunun günü ikiye bölme özelliği vardır. Şöyle ki bir noktaya gün içerisinde güneş ışınlarının en dik açıyla geldiği ya da gölgenin en kısa olduğu an gündüzün tam ortasıdır. Başka bir ifadeyle gündüz saat 12:00’dir. Bu zaman ölçümü aynı zamanda o noktanın yerel saatini belirler. Güneş saati sistemi de bu zaman ölçümüne göre düzenlenir ve günü taksim eder.

Dakika ve saniye hesabı da Hipparkos’un 360 derecelik boylam hesabının bir devamıdır. Claudius Ptolemy (Batlamyus, MS 100-170) ise Hipparkos’un çalışmalarını geliştirerek her bir dereceyi 60 eşit parçaya (dakikaya), onların her birini de daha küçük 60 eşit parçaya (saniye) bölerek bugün kullandığımız dakika ve saniye sistemini tasarlamış oldu. Fakat dakikalar ve saniyeler Ptolemy’nin Almegest’inden yüzyıllar sonrasına kadar kullanılmadı. Günümüzdeki anlamda zamanın sabit aralıklı (saat, dakika, saniye) kullanımı ancak 14. yüzyıla geldiğimizde ortaya çıktı ve sonrasında mekanik saatlerin yapılması ile yaygınlaştı.

Deprem: Doğa Olayı mı, Yıkımın Sebebi mi?

6 Şubat 2023 yılında Dünyanın kimilerine göre Ortadoğu, Kimilerine göre Ön Asya olarak Adlandırılan coğrafyasında bir günde ilki 7.7, ikincisi 7.6 şiddetinde iki deprem oldu. Yaklaşık 7 ülke depremi hissetti. Depremden en fazla Türkiye etkilendi. Hatay, Kahraman Maraş, Osmaniye, Adana, Adıyaman, Şanlı Urfa, Gazi Antep, Diyarbakır, Malatya ve Kilis Depremde can kaybı yaşanan iller olarak kaydedildi. Ölenlere Allahtan Rahmet, yakınlarına ve tüm Türkiye’ye başsağlığı ve sabır, yaralılara acil şifalar diliyorum. İlk duyduğumda ilk aklımdan geçen “Allah’ım Ülke ve millet olarak bu kadar çok sıkıntının içinde boğuşurken buna hiç hazır değildik, neden oldu?” sorusuydu. Çünkü depremin nerede olduğunu öğrendiğimde az buçuk coğrafya bilen birisi olarak felaketin ne kadar büyük olduğunu hissetmiştim. Hatırladıkça aklıma gelen sorular…    

Eski bir inanışa göre Dünya adını verdiğimiz gezegen bir öküzün boynuzundadır. Öküz başını salladığında (Başka bir rivayet göre bir kılı hareket ettiğinde) dünyada deprem olurmuş. Dolayısıyla depremin sorumlusu başka bir ifadeyle deprem neticesinde ortaya çıkan can ve mal kayıpları ile akan gözyaşlarının tek sorumlusu vardır oda ÖKÜZDÜR. Sorumlu öküz olduğu için soramazsın neden başını sallıyorsun? Çünkü öküz ya ağzı da dili de olsa konuşamaz, sana cevap veremez. Öküzü bir sinek mi ısırdı? Başı yoruldu ya da keyfe geldi ondan mı salladı bilinmez. Ama ÖKÜZ bu işte. Soramazsın? Sorsan da cevap alamazsın? Böylece işler tıkırında ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Öküze kızıp söylenenleri de ıvır zıvır şeyler der kapatırsın. Hayat devam eder gider. Hatta bu iş belki de öküzün işine gelir. Boynuzunda taşıdığı dünyada ölenler nedeniyle yükünün hafiflediğini bile düşünüyordur belki? Hatta sadece başını salladığı için sebep olduğu deprem nedeniyle ortaya çıkan hasardan, yaşanan acıdan, dökülen gözyaşlarından hatta ölenlerden kendini sorumlu bile görmüyordur.    

Vaktiyle bilim insanı denen bazı insanlar üzerinde yaşadığımız dünyanın nasıl bir şey olduğunu araştırırken “LEVHA TEKTONİĞİ” diye bir şey ortaya attılar. Üzerinde yaşadığımız dünya merkezde çekirdek, onun dışında manto en dışarda ise yer kabuğu adı verilen katmanlardan oluşmakta ve Yer kabuğu da levhalardan oluşmakta imiş. Levhaların bir birine temas ettiği noktalarda levhaların hareketine bağlı olarak hareketi engelleyen direnç noktalarında biriken enerji, kırılmaların neticesinde boşalır ve yer kabuğunda deprem adı verilen titreşimler meydana gelirmiş. Bu titreşimin etki gücü kırılma esnasında ortaya çıkan enerjinin büyüklüğüne göre değişirmiş. Ve bu olay tamamen doğal bir süreçmiş. Eyvah işler karıştı. Bu kadar can ve mal kaybı, acı ve gözyaşı müsebbip kim? Suçu kimin üzerine yıkacağız. Dünya bize düşman mı yoksa? İsrail mi yaptı yoksa? Yok Amerika mı yaptı? Evet evet kesin Amerika Akdeniz’e sismik gemileri gelmişti…. diyesim geliyor. Ya da deprem bir doğa olayıdır. Öyleyse ölmek insanın doğasında vardır. Doğan her canlı bir gün ölecektir. Ölenler öldü işte, bak kalanları kurtarmaya geldik. Onlara yeniden daha güzel evler yapacağız. Daha önceki depremlerde yaptık. Hem de hemen……

Tamam, ev yapılacakta anasız babasız kalan çocuklar, dul kalan eşler, evlatsız kalan ana babalar, yitip giden sevdalar, hayaller, hatıralar ne olacak. Onları geri getirebilecek misiniz? Yıkılan evlerimizi yapacak müteahhitleriniz vardır elbet. Yıkılan evlerimizi de onlar gibiler yapmıştı değil mi? Peki, ana, baba, evlat, eş, sevgili, yavuklu, hayaller, hatıralar, onları yeniden yapacak müteahhitleriniz de var mı? Yok mu? Para mı dediniz? Verdiğiniz para evladımı, anamı, babamı, hayallerimi, hatıralarımı satın alabilir mi? O kadar çok mu paranız? Yeter mi dersiniz?

Bence yetmez…. Hem de hiç yetmez…..

Çünkü ana, baba, evlat, eş, sevgili, yavuklu parayla satılmıyor bilmiyor musunuz? Bu saydıklarım insan ve canlı, insan denen canlının bu dünya da var olma hakkı tektir. Bir daha var olmayacaklar. Ve geride kalanlar yitirdiklerine asla kavuşamayacaklar.

Suçlu öküz mü dediniz? Benim çocukluğumda bizim ahırdaki öküzden mi bahsediyorsunuz? Tarlada kara sabanı, Harmanda düveni çeken öküz, İstiklal savaşında kağnıyla cepheye mermi taşıyan öküz öylemi, yok ben o öküzleri biliyorum. Onlar hep bizim yanımızda bizim faydamıza oldular. Bizi öldürmeyeceklerinden eminim. Sizin bildiğiniz başka öküzler mi var? Hem de kötü öküzler öyle mi?

Ama bilim insanları öküzlerin suçlu olmadığını depremin dünyanın doğal bir süreci olduğunu söylüyor.  Doğayı dinleyip, bilip, anladığımızda doğal süreçlerden zarar görmeyeceğimizi söylüyor. Hem doğayı dinleyip, anlayabilen pek çok bilim insanı varmış. Sayın yetkililer siz doğanın dilini mi, bilim insanlarının dilini mi, yoksa her ikisinin dilini de anlamıyor musunuz? Yoksa……   

Örneğin dünyanın her yerine ev yapılmazmış. Her yerin özelliğine göre kullanım amacını bilim insanları söylermiş. Fay hatlarından uzak durmak gerekirmiş. Bina yapılacak yerin zemini sağlam olmalıymış. Binaların kat yüksekliği zemin şartlarına uygun olmalıymış. Binaların yapımında kullanılan malzemelerin belirli standartlarda olması gerekiyormuş. Ve bunların doğruluğunu devlet kurumlarının yetkilileri denetlemek zorundaymış. …miş, …mış, …muş diye gidiyor. Masal gibi değil mi? Yok değil. Hem de hiç değil. Hatta daha çok var. Dünyanın pek çok yerinde doğanın ve bilimin kurallarına uygun yerlere uygun mimari tarzlarda, doğru mühendislik ile uygun malzemeler kullanılarak ve devletleri tarafında sıkı denetlenerek yapılan binalarda yaşayan insanları deprem öldürmezmiş. Hatta bizim ülkemizde yetkililer tarafından da çok sık kullanılan, ders kitaplarında yazan sloganı var “deprem değil bina öldürür” .

Eyvallah acı günümüzde gelebildiğiniz kadar geldiniz, bütün millet seferber oldu hatta dünyadan pek çok devlet ve insanlar yardıma koştu. Hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyoruz. Sağ olun var olun eksik olmayın. Çok samimi duygularımla söylüyorum “Allah devlete millete zeval vermesin”. Fakaaaat benim aklımda cevabını bulamadığım bir soru var.

Bizi deprem mi yoksa binamı öldürdü?

Eğer deprem diyorsanız ya öküz ya da doğa suçludur?  Deprem iki şekilde oluyordu? öküz başını salladı deprem oldu diyorsanız bizim öküz öleli çok oldu. O yapmamıştır. Hatırlıyorum yıllar önce köye traktör denen makine gelince dedem öküzleri kasaba satmıştı. Kesilmiştir. Eti kartmıştır ama insanlar yemiştir. Doğal süreç diyorsanız? Tavsiyem doğanın dilini hemen öğrenin yoksa biz öğrenelim. Hiç olmazsa bundan sonra doğayı anlamak için başkasına ihtiyacımız olmasın.

Yok, her zaman dediğiniz gibi deprem değil bina öldürdü diyorsanız o zaman soru daha da karmaşık hale geliyor. Çünkü binanın yapılmasında yer seçiminden, mimari tarzına, mühendisliğinden kullanılacak malzemenin seçimine, kalıbının çakılmasından, çatısının kurulmasına kadar pek çok kişi sorumluluk sahibi ve yetkili, bu kadar kişiyi hesaba katarak soruma cevap bulmak hayli zor olacak. Teker teker sormaya çalışacağım.

A) Yıkılan binaların yapılacağı yerlerin imara açılması için gerekli yasal düzenlemeleri (imar yasalarını ve düzenlemelerini) yapanlar sorumlu olabilir mi?

B) Yasaların doğruluğunu denetleyecek olanlar sorumlu olabilir mi?

C) Yasaları yapanları ve denetleyenleri genel ve yerel seçimlerde yasa yapma konusunda yetkilendirenler/seçenler yani halkın ta kendisi sorumlu olabilir mi? 

Ç)) Yıkılan binaların yerlerini imara açanlar sorumlu olabilir mi?

D) İmarın doğruluğunu denetleyecek olanlar sorumlu olabilir mi?

E) Binanın mimari projesini çizenler sorumlu olabilir mi?

F) Binaların mühendisliğini yapanlar sorumlu olabilir mi?

G) Mimar ve mühendisleri yetiştiren üniversiteler ve hocalar sorumlu olabilir mi?

Ğ) Binanın yapımında çalışan işçiler sorumlu olabilir mi?

H) İnşaatın sahibi olan Müteahhitler sorumlu olabilir mi?

I) Ya da Gemilerle Akdeniz’e gelip o meşhur HAARP silahları ile depremi yaptığına inanılan Amerikalılar sorumlu olabilir mi?

İ) Yada ilk defa benden duyacağınız HASIBUMMM silahına sahip olan meçhul kişiler sorumlu olabilir mi?

J) Seçeneklerdeki herkes mi sorumludur?

K) Hiç biri sorumlu değil midir?

L) Kaderde ne varsa çekilir mi? dediniz yoksa

Biliyorum cevabı zor, seçenek çok, beş seçenekli sorulardan oluşan üniversite sınavında bile binlerce liseyi bitirmiş öğrenci sıfır doğru cevap yaparken, 15 seçenekli bir soruda doğru cevabı bulmak çok zor değil mi? Ya da hemen buldunuz mu yoksa?

Yatarken, kalkarken, yürürken, koşarken, yemek yerken, su içerken, çocuğunuza bakarken, ananızın babanızın elini öperken, evladınızın başını okşarken, eşinizle sohbet ederken, sevgilinizle, yavuklunuzla söyleşirken düşünün, taşının, ölçüp biçin ama düşünüp taşınırken ahlaklı olmayı, ölçüp biçerken Adaletin terazisini kullanmayı unutmayınız. Cevabı bulmak çok zor olmayacaktır. 

Size bir ipucu K ve L şıkları doğru değil.

Dünya İklim Zenginliği

Dünya İklim Zenginliği

Hangi İklim Sınıfında Yaşıyoruz?

Bilmediğimiz bir yere seyahat edecek olduğumuzda o yerle ilgili meraklarımız içerisinde oranın iklimi de yer alır. Çünkü seyahat edilecek günlerde nasıl bir hava olayı ile karşılaşacağımızı bilmek isteriz. O yere ait iklim bilgisi yılın hangi ayında hangi hava olaylarının görülebileceğine ilişkin ortalama bir yargıya varmamıza yardımcı olur. Örneğin Akdeniz sahil şeridinde bir ülkeye Ağustos ayında seyahat planlanıyorsa sıcak bir ülkeye gidiyor olduğumuzu kestirmek zor değildir. Bu yargıya ulaşmak için her hangi bir analiz yapmak zorunda değiliz. Gideceğimiz ülkenin konumu bize orada görülen iklimin ne olabileceğine ilişkin bir fikir verebilir.

Ağustos ayında Akdeniz’e kıyısı olan bir ülkede hava nasıldır? sorusunun cevabı: elbette sıcaktır şeklinde olacaktır. Ağustos ayında Hindistan’a gidecekseniz yine sıcaktır, ama aynı zamanda yağışlıdır. Peki Hindistan’ın her yeri ve her günümü? Elbette hayır.

Bir yerin ikliminin ne olabileceğine ilişkin konum bilgisi genel bir fikir sahibi olmamıza yardımcı olabilir. Fakat kesin yargıya varmamız için yeterli midir? Kesinlikle hayır. Çünkü iklim atmosferde meydana gelen hava olaylarının ortalama ifadesidir. Ve bir yerde yaşanan hava olaylarının zamanını ve şiddetini belirleyen pek çok faktör vardır. Örneğin Türkiye’de yaşıyorsanız, ülkeniz kuzey yarım kürede ve orta kuşakta yer alıyor olduğu için Haziran, Temmuz ve Ağustos ayları yaz aylarıdır ve sıcaktır. Fakat Antalya’daki sıcaklık dereceleri ile Erzurum’daki sıcaklık dereceleri aynı değildir. Yine Konya’daki yağış miktarı ile Rize’deki yağış miktarı da aynı değildir. Çünkü her birinin yükseltisi, denize yakınlığı gibi fiziki coğrafya şartları farklıdır. 

Bireysel ve kısa süreli bir seyahat planlarken mobil hava durumu uygulamalarını kullanarak seyahat süresince güzergâhınızdaki yerlerde hangi hava olaylarının görülebileceğine ilişkin yapılan tahminleri öğrenebilirsiniz. Bu tahminlere göre planlamanızı yapabilirsiniz. Meteorolojinin size sunmuş olduğu bu kısa süreli hava olayı tahminleri hayatınızı kolaylaştıracaktır. Peki ya iklim, bir yerin ikliminin ne olduğunu nasıl söyleriz?

Latince eğiklik anlamına gelen klima kökünden türetilmiş olan iklim kavramı, dünyadaki hem doğal ortam hem de beşeri ortam çeşitliliğini belirleyen temel faktörlerin başında gelir. Örneğin ekvator çevresinde yağmur ormanları görülürken, 300 kuzey ve güney enlemleri çevresinde çöllerin oluşması, kuzey kutbuna yaklaştığınızda ise tayga ormanlarının görülmesini belirleyen temel faktör buralarda görülen iklim özelliğidir. Aynı şekilde Kolombiya’da, Brezilya’da, Yemen’de kahve tarımı yapılabiliyorken, Akdeniz çevresinde narenciye, Güneydoğu Asya’da çay tarımının yaygın olarak yapılıyor olması buralarda görülen iklim ile doğrudan ilişkilidir. Hatta milletlere özgü olan kültürel özelliklerin de yaşanılan coğrafya ile bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak ilişkisi vardır.

Coğrafi terim olarak İklim; “belirli bir alanda yaşanan hava olaylarının uzun yıllar ortalaması” olarak tarif edilmektedir. Gün içerisinde yağmurlu, güneşli, bulutlu, nemli, rüzgârlı, sıcak, soğuk ve benzeri şeklinde yaşanan ve ifade edilen her bir olay “hava olayı” olarak adlandırılmaktadır. Sıcaklık, Nemve yağışlar, Basınç ve rüzgarlar aynı zamanda iklim elemanı olarak adlandırılırlar. Bir yerin iklimin ne olduğunun söylenebilmesi için orada yaşanan hava olaylarına ilişkin kesintisiz en az 30 yıllık meteorolojik gözlem yapılması ve kayıtların tutulmuş olması gerekmektedir. Orada görülen iklimin ne olduğunu tarif edebilmek için kayıt altına alınmış verilerin belirli ölçütlere göre analiz edilmesi gerekmektedir.

Meteorolojik Verileri Analiz Ediyoruz

Bir yerin İkliminin ne olduğunu söyleyebilmemiz için o yere ait meteoeolojik verilere ihtiyaç duyulur. Meteorolojik veri, hava olayının, uygun bir araçla ölçülerek rakamla ifade edilmiş halidir. Örneğin Sıcaklık termometre ile ölçülür, ölçülen değer rakamla yazılır, santigrat derece (0C) olarak ifade edilir……..

Hava olaylarına ilişkin tutulan kayıtların iklim tasnifinde kullanılacak veri haline dönüştürülebilmesi için bazı işlemlere tabi tutulması gerekmektedir. Hava olaylarına ilişkin yapılan ölçümler günlük, aylık, yıllık ve uzun yıllar ortalamaları hesaplanır. Bunun için gün içinde yapılan ölçümler toplanır ve ölçüm sayısına bölünerek ilgili hava olayının günlük değeri belirlenir. Daha sonra ayların gün değerleri toplanır ve gün sayısına bölünür………………..

Bir yerde yaşanan hava olaylarının uzun yıllar ortalaması iklimlerin tasnif edilmesinde kullanılan meteorolojik veri olarak kullanılmaya hazır hale gelmiştir. Bu veriler tablo haline dönüştürülür. Bu veriler grafiklere dönüştürülerek her bir hava olayında yıl içerisinde ortalama olarak nasıl değişim yaşandığını gösterilebilir. 

İklimlerin Sınıflandırılması

Bir yerin ikliminin ne olduğunun ortaya konulması için daha çok hava olaylarından sıcaklık ve yağış özelliklerinin yıllık ortalama değerleri, yıl içerisindeki değişimi ve bir birleri ile olan ilişkisine bakılmaktadır. Örneğin Prof. Dr. Sırrı ERİNÇ hava olaylarından sıcaklık (maksimum sıcaklık) ve yağış verilerini kullanarak iklimleri sınıflanmıştır. Erinç Yağış Etkinlik İndisi olarak adlandırılan yöntemde yıllık yağış tutarının yıllık ortalama maksimum sıcaklığa bölünmesi ile elde edilen sonuç “Yağış Etkinlik İndis” değeri olarak adlandırılmıştır. İndis değeri 8’den küçük ise o yerin iklimi “Tam Kurak”, 8-15 arasında ise “Kurak”, 15-23 arasında ise “Yarı Kurak”, 23- 40 arasında ise “Yarı Nemli”, 40-55 arasında ise “Nemli”, 55’den büyük ise “çok nemli” olarak adlandırılmaktadır.

Dünya genelinde en yaygın olarak kullanılan İklim sınıflandırması yöntemi Wiladimir Köppen tarafından geliştirilmiştir. Köppen’in çalışmasına göre hazırlanan Dünya iklim haritası Rudolf Geiger tarafından 1954 ve 1961 yıllarında yayınlanmıştır. Bu yöntemin adı “Köppen-Geiger Yöntemi” olarak da adlandırılır. Köppen iklimleri 5 ana grupta toplamış ve harflerle (A:Tropikal, B: Kurak, C: Sıcak Ilıman, D: Soğuk Kar, E: Kutup) ifade etmiştir. Ana iklim karakterinin yanında yağış ve sıcaklık durumunu göstermek için ikinci ve üçüncü harfler kullanılmıştır. BSh: Sıcak yarı kurak step iklimi, BSk: Soğuk yarı kurak step iklimi.

Su Bilançosu

İklimlerin sınıflandırılmasında kullanılan bilim insanları tarafından geliştirilmiş başka yöntemlerde bulunmaktadır. “Thornthwaite Yöntemi” ve “De Martonne – Gottman İndeksi” yöntemi bunlar arasında en çok bilinenleridir. C. Warren Thornthwaite tarafından geliştirilen ve Potansiyel Evapotranspirasyon (EPT-Buharlaşma ve terleme yoluyla Atmosferde su kaybı) kavramına dayanan iklim sınıflandırma yönteminde sıcaklık-EPT ve Yağış-EPT arasındaki ilişki kullanılmaktadır. Potansiyel Evapotransprasyon kavramı sıcaklığın artmasıyla birlikte artan ve nemin artmasıyla birlikte azalan teorik bir değerdir. Thornthwaite Evapotranspirasyon değerini hesaplamak için ayların sıcaklık ortalamasını ve yıllık sıcaklık indeksi ile birlikte bazı sabit ve sıcaklık dercesine göre değişebilen (sıcaklık indisi) değerler kullanmıştır.

Thornthwaite Programmaticaly kullanarak su bilançosunu hazırlayabilirsiniz.

Thornthwaite yönteminde bir yerin ikliminin ne olduğunun söylenebilmesi için Yağış, Sıcaklık ve Evapotranspirasyon değerleri kullanılarak o yere ait su bilançosu hazırlanır. Hazırlanan bilançoda bir yıl boyunca yağışla elde edilen su ve buharlaşma veya diğer yollarla kaybedilen su ile kıyas edilerek toprakta birikmiş suyun olduğu ve su eksiğinin olduğu dönemler belirlenmiş olur. Yapılan işlemler sonunda iklimin adı; sıcaklık tesirlilik, yağış tesirlilik, yağış rejimi, Potansiyel Evapotranspirasyonun üç yaz ayına göre indisi dikkate alınarak ifade edilir. İklimler topraktaki su durumuna göre nemli (A=çok nemli, B4=nemli, B3, B2, B1, C2=yarı nemli,)  ve kurak (C1=kurak-az nemli, D= yarı kurak, E=kurak-çöl) olmak üzere iki grup altında 9 ana tip olarak sınıflandırılmıştır. Thornthwaite’ın yönteminde ana iklim tipleri yağışın mevsimlere dağılışına ve sıcaklık rejimine göre de daha alt tiplere ayrılmıştır. Alt iklim tipleri de küçük harflerle (r,s,w,s2,s1,w2,d) ifade edilmiştir.

Thornthwaite yöntemi kullanılarak bir yerin ikliminin ne olduğunu tanımlarken, o yerin yıl içerisinde su eksiği veya su fazlası olduğu dönemleri tespit etmek mümkündür. Bu işlem biraz karmaşık ve zaman alıcıdır. Sıcaklık ve yağış verileri Thornthwaite tarafından geliştirilmiş formüller kullanılarak analiz edilmesi gerekmektedir. Thornthwaite yöntemini kullanarak herhangi bir merkeze ait gerekli veriler girildiğinde analiz yapıp sonuçlarını gösteren bir mobil uygulamada (Thornthwaite App) geliştirilmiştir. Bu uygulama sayesinde herhangi bir yerin hangi iklim sınıfı içerisinde olduğunu hesaplamak mümkün olmaktadır.

Thornthwaite yöntemi kullanılarak yapılan su blançosu hesaplaması ile elde edilen bulgular o yerin doğal ve beşeri ortam özellikleri hakkında çıkarımlar yapılmasında kullanılabilecek veriler sunar. Su blançosu ile elde edilen veriler, toprağın nemlilik durumundan buharlaşmaya, yüzeysel akışın ne olduğunun belirlenmesinden tarımsal etkinliklere ve doğal ortamda yapılacak peyzaj çalışmalarına kadar geniş bir yelpazede kullanılmaktadır.

Örneğin bir bölgede yapılacak olan ağaçlandırma çalışması öncesinde o yere ait su bilançosu hazırlanmalıdır. Çünkü her bitkinin kendine özgü su isteği bulunmaktadır. Ağaçlandırma yapılacak yerin yıllık su durumunun dikilecek ağaçlara uygun olup olmadığının tespiti hazırlanacak olan su bilançosu ile ortaya konabilir. Böylelikle ağaçlandırmada o yere uygun bitkiler dikilmiş olacağı için yapılan ağaçlandırma çalışmasından üst düzeyde verim alınmış olur. Aksi takdirde dikilecek ağaçların orada yaşayıp yaşamayacağı şansa kalmış olur.

Türk Dünyası Dijital Vatandaşlık Projesi

Türk Dünyası Coğrafyası 1: Türk Dünyasının Tarihi Coğrafyası

Bir milleti diğerinden ayırt eden en önemli özelliği kültürüdür. Kültür ise bir coğrafyada mayalanır ve gelişir. O coğrafyanın ikliminin, yer şekillerinin, suyunun, bitki örtüsünün ve diğer coğrafi şartların sağladığı imkanlar veya getirdiği sınırlılıklara göre şekillenir. Dolayısıyla kültür coğrafyanın eseridir. Bir milletin boyları, aileleri veya fertleri ne kadar geniş coğrafyaya yayılmış olsalar da onların ortak özelliklileri kültürleridir.

Günümüz Türk Dünyası Coğrafyası

İbn Haldun’a göre, Irki vasıfların ve kavmi hususiyetlerin vücuda gelmesinde asıl olan fiziki çevre ve iklim şartlarıdır. Coğrafi muhitin tesiriyle belli bir takım maddi ve manevi vasıf ve hususiyetler kazanan ırklar ve kavimler, bulundukları arazi parçasını değiştirip farklı bir fiziki muhite gitseler, evvelce kazandıkları vasıf ve hususiyet ebedi olmamak şartıyla, uzun bir müddet nesilden nesile geçecek ve soy takip edecektir, ictimai adet, itiyat (alışkanlık) ve yasama tarzı için de söylenecek söz budur (Mukaddime cilt 1, sayfa 265, Çevirenin yorumu). 

Bu gün Tük milletini anlamanın yolu kültürünü doğru anlamaktan geçmektedir. Kültürü doğru anlamak için o kültürün içinde doğduğu, büyüyüp geliştiği coğrafyayı iyi bilmek ve doğru yorumlamakla mümkündür. Aksi halde coğrafyadan bağımsız yapılan yorumlar yanlış olacaktır.

Türkler bilinen tarihte varlığını kesintisiz olarak sürdürebilmiş çok az milletten biridir. Son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar ve tarih araştırmaları Türklerin tarihini her geçen gün daha eskiye götüren kanıtlara ulaşmaktadır. Herodot’un doğu kavimleri arasında zikrettiği “Targita’lar”, İskit topraklarında oturdukları söylenen “Tyrkae (Yurkae)ler”, Yafes’in torunu “Togharma” hatta “Troia”lılar ile ilişkilendiren araştırmalar bulunmaktadır.

İstisna görüşleri bir kenara bırakırsak, Türklerin tarih sahnesine çıktıkları en eski coğrafya, Asya kıtasında Altay ve Sayan dağları arasında günümüzde Rusya’ya bağlı Altay, Hakasya ve Tuva özerk cumhuriyetlerinin bulunduğu yer olarak kabul edilmektedir. MÖ. 2000’li yıllar ile MÖ 8. Yüzyıllar arasına tarihlenen Andronova kültür döneminde Türk Bozkır Kültürü doğmuş, kimlik kazanmış ve devlet haline dönüşmüştür. Bu dönemde yaşanılan coğrafi şartlar denizden uzak, yüksek dağlarla kaplı, şiddetli karasal iklim, uzun ve soğuk kışların yaşandığı, daha çok Tayga Ormanlarının bulunduğu ve etrafa yayılan güçlü akarsuların kaynağını aldığı bir coğrafyadır.

Zaman içerisinde artan nüfusla birlikte yaşanılan sosyal ve ekonomik hayatın getirdiği zorluklar, komşularla yaşanan sıkıntılar, iklimde meydana gelen değişmelere bağlı ortaya çıkan sorunlar nedeniyle farklı yönlere göçler başlamıştır. Milattan önce başlayan bu göç süreci yüzyıllarca devam etmiştir. Anayurttan başlayan göç hareketi ile birlikte farklı coğrafyalar ve farklı kültürlerle temas edilmiştir. Dağlardan uçsuz bucaksız düzlüklere, ormanlardan geniş bozkır ve steplere geçilmiş hatta çöller Türkler için Yurt olmuştur. Uzun bir süre bu coğrafi özellikler Türklerin Asya’daki yaşam alanını oluştururken, kültürlerini de şekillendirmiştir.

Bu coğrafyanın sunduğu imkanlar çerçevesinde sosyal ve ekonomik hayat şekillenmiştir. Bu coğrafyada yapılabilecek en uygun ekonomik faaliyet olan hayvancılık Türkler için geçim kaynağı olarak gelişmiştir. Coğrafyanın iklimine bağlı olarak yaşanan kurak ve yağışlı dönem hayvanlar için zaruri olan otlakların gelişme dönemlerini ve yerlerini takip etmeyi gerektirmiştir. Bu durum göçebe hayatı beraberinde getirmiştir. Bu günde halen devam eden, Anadolu’da Yörük kültürü olarak adlandırılan, yayla-kışla arasında gidip gelme şeklindeki sosyo-ekonomik yaşam tarzının temeli uzun bir süre yaşanılan coğrafyanın ortaya çıkardığı kültürün devamıdır.

Devlet olmanın getirdiği avantajlar kadar devlette devamlılığı sağlamak için yapılması gerekenler, uyulması gereken yasalar, millet olarak kendi içinde ve diğer milletlerle olan ilişkilerin düzenlenmesi ve yürütülmesi süreçlerinde bazı dönemlerde yaşanan sıkıntılar olmuştur. Bu sıkıntılar coğrafyadan kaynaklı sebeplere eklendiğinde daha büyük göçler yaşanmıştır. Hun devletinden kopan bir grup Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Avrupa’nın ortalarında yeni bir Hun devleti (Avrupa Hun Devleti) tesis ederken, Türk Dünyasının Coğrafyasını ilk defa Asya’nın dışına genişletmiştir. Bu göçler Karadeniz’in kuzeyini uzun yıllar hakim olunacak Türk coğrafyası haline getirmiştir. Bu göçler aynı zamanda, her ne kadar sosyal ve ekonomik hayatın içerisine pek girmemiş olsa da, Türkleri denizle tanıştırmıştır.

Hunlar ve Göktürkler dönemi Asya’daki Türk coğrafyası, doğuda büyük okyanusa kadar uzanmıştır. Güneyde Himalaya dağları doğal bir sınır oluştururken, kuzeyde Güney Sibirya stepleri Türklerin hakimiyet alanı sınırları içerisinde kalmıştır. Ural dağları ve devamında hazar denizi bu dönemin coğrafyasının batı sınırını oluşturmuştur.   

Türklerin anayurdu dendiğinde akla gelen iki isim Ötüken ve Ergenekon Asya’dadır. Ergenekon destanlarda adı geçen bir yer ismidir. Geçmiş yıllarda daha çok mitolojik bir isim olduğu düşünülen Ergenekon, son yıllarda gerçek dünyada da var olduğuna dair deliller gösterilerek yeri tarif edilmeye başlanmıştır. Tarihçi Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL bölgede uzun süreli saha araştırmaları yapmıştır. “Gökbörü’nün İzinde Kadim Türklerin Topraklarında” isimli eserinde Altay dağlarındaki gözlemlerinden bahsederken, destanlarda anlatılan Ergenekon’un Altay dağlarında olması gerektiğini düşündüren yerlere rastladığını anlatmaktadır.  Uluslararası Türk Akademisi ve TİKA’nın birlikte yürüttüğü araştırmalar Taşağıl’ın tespitlerini destekler niteliktedir.

Orhun Yazıtları

ÖTÜKEN Türklere ait yazılı kaynaklarda adı zikredilen bir coğrafyanın adıdır. Bu günkü Moğolistan sınırları içinde Orhun nehri kenardaki Kültigin kitabesinin güney yüzü 3-4 ve 8. satırlarında:

“Türk kağanı Ötüken ormanında oturursa ilde sıkıntı yoktur.”

“Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş”

Ötüken yerinde oturup kervan kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyyen il tutarak oturacaksın.”

şeklinde öneminden bahsedilmektedir. Bu kadar önemli olan bir yer mutlak var olmalıdır. Erhan Aydın “Ötüken Adı ve Yeri Üzerine Düşünceler” isimli çalışmasında ÖTÜKEN ‘in yerinin Moğolistan’ın Zavhan-Aymak sınırları içerisinde bulunan Hangay (Khangai) dağları silsilesi içerisinde ve 4021 m. yükseklikteki Otgon Tenger dağı olduğunu farklı kaynaklarla delillendirerek  tarif etmektedir. Orhun yazıtları dışında Ötüken-Uygur devleti dönemine ait Tariat yazıtında da Ötüken’in yeri ayrıntılı bir şeklide tarif edilirken;

(. . . . . . . . . ikisinin arasında vadilerim ve Sekiz [kollu] Selenge, Orhun, Tuul, Sebin (Seben?) Teledü {Teldü?), Karağa, Burgu. Ben, bu ve bu sularım (boyunca) konup göçerim. Yaylağım Ötüken’in kuzey (tarafı) batı ucu, Tes (ırmağı) başı, doğusu  Hanui gol ve Hünüin gol (ırmakları) ….. iç otağım Ötüken’in kuzeyi; Ongi Tarkan (Vezir) Süy, düşman millet …….. Kağanınki: Güney ucu Altay dağları, batı ucu Kögmen (=Tannu-Tuva dağları), doğu ucu …. .. ) (Tariat G 4-5)

adı geçen ırmak ve dağ gibi coğrafi unsurlar dikkate alındığında Ötüken’in daha geniş bir coğrafya olduğu anlaşılmaktadır. Kutadgu Bilig’de de adı geçen Ötüken, Divan-ı Lugati’t Türk’te “Tatar çöllerinde Uygur ülkesine yakın bir yerin adı” olarak ifade edilmektedir. Bütün bu veriler değerlendirildiğinde Türkler için kutsal sayılan Ötüken Coğrafyası bu günkü Moğolistan sınırları içerisinde başkent Ulan Baturun doğusundan başlayarak Altay dağlarına kadar uzanan, güneyinde Gobi Çölü, kuzeyinde Sayan dağlarının yer aldığı, merkezinde Hangay (Khangai) dağları silsilesi içerisindeki Otgon Tenger dağının yer aldığı bölge olarak tarif edilebilir.  

Türk milletinin tarihi, dili, edebiyatı, siyaseti, sosyolojisi ve dönemin coğrafyası hakkında pek çok bilgi kaynağı olma özelliği taşıyan Orhun yazıtları da Ötüken olarak adlandırılan coğrafyanın içerisinde yer almaktadır.

Türk Dünyası Coğrafyası daha önce Avrupa Hunları ile Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa ortalarına kadar genişlemişti. Akhunlar ile birlikte Himalayaların güneyine inen coğrafi sınırlar 9. Yüzyıldan sonra Hazarın batısına ve oradan Akdeniz’e,  Anadolu’ya ve Osmanlı ile Tekrar Avrupa’ya ve Afrika’nın kuzeyine kadar genişlemiştir. 17 yüzyılda Babür İmparatorluğa ile Hint okyanusuna inerken Osmanlı İmparatorluğu ile Karadeniz ve Doğu Akdeniz Türk coğrafyasının iç denizi haline gelmiştir.

Tarihi süreç içerisinde Türklerin bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olmaları; Farklı Millet ve Kültürlerle (Çin, Rus, Hint, Fars, Arap, Avrupa, ….) temas ederek kültürel olarak zenginleşme, farklı kültürlere karşı hoş görülü davranma, diğer toplumları yönetme kabiliyeti kazandırmıştır. Farklı iklimlerde yaşamak aynı zamanda farklı ekonomik faaliyetlere ilişkin beceri kazanmalarına imkan sağlamıştır. Bazen de diğer toplumlar arasında eriyerek kültürel kimliklerini kaybetmeleri ve gidip devlet kurdukları coğrafyada sayıca az olmanın sonucu olarak coğrafyadaki hakimiyetlerini bir müddet sonra kaybetmeleri gibi olumsuz sonuçlar doğurmuştur.

“SU” Eğitimi

Bu İki resim, Banaz çayının Banaz köyü içinde aynı kesitinde 2021 yaz mevsiminde ve güz mevsiminde çekilmiştir. Banaz Çayı bilinen tarihte ilk defa 2021 yazında kurumuştur. Güz mevsimi geldiğinde tekrar akmaya başlamıştır. Banaz çayının kurumasına yanlış su kullanımı sebep olmuştur. Eğer doğru kullanmayı öğrenemezsek bütün sularımızı kaybetme tehlikesi vardır. Aşağıda okuyacağınız yazı bu görüntünün bende doğurduğu duygu durumu neticesinde yazılmıştır. Yazı bir makale olarak USOBAK V kongresinde bildiri olarak sunulmuştur. Yazının devamı Kongre bildiri kitabındadır. Makalenin bir bölümü Bloğa yeni yüklenmiştir.

Su dünyada yaşamın var olması ve sürdürülebilmesi için vazgeçilmez bir bileşiktir. İki Hidrojen ve bir oksijen atomunun birleşmesi ile oluşur. Katı, sıvı ve gaz halinde bulunabilir. Dünyanın 510 milyon km2 lik yüz ölçümünün yaklaşık 2/3 ü sularla kaplıdır. Sular yeraltı ve yerüstü suları olmak üzere iki temel kategoride ele alınabilir. Yerüstü suları; Okyanuslar, denizler, göller, akarsular, buzullar ve bataklıklarda bulunur. Yeraltı suları ise yerin altındaki depolarda bulunur. Bu kadar çok su olmasına rağmen dünyanın her yerinde aynı düzeyde ulaşılabilir değildir. Çünkü insanlar için kullanılabilir temiz suyun varlığı oldukça azdır. Aynı zamanda içme, temizlik gibi alanlarda kullanılabilir suyun dünya geneline dağılımı da dengesizdir. Bu dengesizlik kullanılabilir temiz su temini açısından dünyanın bazı bölgelerinde her geçen yıl büyüyen bir sorun olmaya devam etmektedir.

Su Ayak İzi:

Birey ya da toplumun hayatını devam ettirebilmesi için temiz su kaynaklarına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç çok çeşitlidir. Besin olarak suyu içmeden tutunda tüketilen diğer gıdaları ve hizmetleri üretmeye; kişisel bakımından, giyilen kıyafetin yapımında kullanılan diğer malların üretimine kadar geniş bir yelpazedeki temiz su kullanımı su ayak izi olarak adlandırılmaktadır. Su ayak izi kavramı içerisinde, tüketilen suyun potansiyeli kadar türü de (yeşil, mavi, gri) önemlidir.

Bir malın veya hizmetin üretim sürecinde doğrudan ya da dolaylı olarak kullanılan yüzey veya yeraltı suları mavi su, Yağmur suları ise yeşil su olarak adlandırılmaktadır. Evsel atık sular içerisinde duştan, banyodan, lavabodan, çamaşır ve bulaşık makinelerinden gelen sular ise gri su olarak tanımlanmaktadır .

Üretim sürecinde kullanılan yüzey ve yeraltı suları miktarı mavi su ayak izini, üretimde kullanılan yağmur suyu miktarı ise yeşil su ayak izini gösterir. Gri su ayak izi su kalitesine yönelik bir gösterge olup, fiziksel su miktarını değil, atık suyun temizlenmesi için ihtiyaç duyulan tatlı su miktarını ifade eder. Dolayısıyla bireyin yada toplumun beslenme, üretim ve tüketim alışkanlıkları ortaya çıkardığı su ayak izi ile doğrudan ilişkilidir. 

Su ayak izi kavramı kullanılan su hacmiyle birlikte, kullanılan suyun türü, nerede, ne zaman ve nasıl kullanıldığını da açıklamaktadır. Su ayak izinin yüksek ya da düşük olması iyi yada kötü bir durumdur demek yerine, kullanılan suyun türü, nerede, ne zaman ve nasıl kullanıldığının bilinmesi daha önemlidir. Bol yağış alan bir havzada su ayak izinin yüksek olması topluma, ekosistemlere ve ya ekonomiye etkisi nispeten az olabilir. Fakat yağışın çok az olduğu başka bir havzada durum tersine dönebilir.

Su ayak izi üretimde ve tüketimde olmak üzere iki farklı şekilde hesaplanır. Üretimin su ayak izi, ülkede suyun nasıl kullanıldığının ve bu kullanımın uygun ve sürdürülebilir olup olmadığının anlaşılmasını sağlar. Tüketimin su ayak izi ise ülke içinde tüketilen malların ve hizmetlerin üretiminde kullanılan tatlı su miktarı olarak tanımlanır. Türkiye’de üretimin su ayak izinin yaklaşık olarak yüzde 90’ı tarım sektöründen kaynaklanmaktadır. Üretimden kaynaklanan su ayak izinin %64’ü yeşil su ayak izidir; mavi su ayak izi %19, gri su ayak izi %17’dir. Tüketimden kaynaklanan su ayak izinin %66’sı yeşil su ayak izidir; mavi su ayak izi %17, aynı şekilde gri su ayak izi de %17’lik paya sahiptir. Bu veriler Türkiye’nin yağışla elde edilecek suya ne kadar çok bağımlı olduğunu göstermektedir. Bir bölgenin su varlığı başta o bölgenin iklimi ile doğrudan ilişkilidir. Nemli iklim şartları suyun bol olmasını sağlarken, kurak iklimlerin hüküm sürdüğü alanlarda su temini sıkıntısı yaşanmaktadır.

Türkiye’nin Su Potansiyeli

Türkiye Orta kuşakta yer alması, iklim şartları ve jeomorfolojik özellikleri itibariyle çok nemli ve nemli iklimlerin görüldüğü alanlar oldukça sınırlıdır. Çok geniş bir alanda yarı nemli iklimler hüküm sürmektedir. Ülkenin Orta ve Güney doğusunda yarı kurak iklimler geniş yer kaplarken, Güneydoğuda Suriye sınırında ve Iğdır’da kurak iklim görülmektedir. Türkiye’nin %19’unda kurak veya yarı kurak iklim görülmektedir. %74’ünde Yarı nemli ya da nemli İklim görülürken, %7,14’ünde çok nemli iklim görülmektedir (Harita 1).

Harita 1 Erinç Yağış Etkinlik İndeksi ve İklim Özellikleri (Bölük 2016’dan alınmıştır. https://www.mgm.gov.tr/FILES/iklim/iklim_siniflandirmalari/erinc.pdf erişim 17/11/2021)

Erinç Yağış Etkinlik İndeksine göre yapılan tasnifte çok nemliden kurak iklimlere doğru gidildikçe yıllık yağış miktarları azalmaktadır. Türkiye ortalama yıllık yağış miktarı az olduğu gibi hem yıllar arasında hem de ülke genelinde bölgeler ve iller düzeyinde yıllık kaydedilen yağış miktarlarında farklılaşmalar görülmektedir. Ülke sahil şeridinde yıllık yağışlar fazla, iç kesimlere doğru gidildikçe yağışlar azalmaktadır (Harita 2). Bölgelere göre değişen yağış rejimi bölgelere göre su potansiyelinin de farklılaşmasına sebep olmaktadır. 

Harita 2. 1981-2010 Türkiye alansal yağış normalleri (www.mgm.gov.tr, 2021)

Devlet Su İşlerinin yapmış olduğu hesaplamaya göre Türkiye’nin yıllık ortalama yağış miktarı yıllara göre değişmekle birlikte 574 mm dir. Bu yağış miktarı 450 milyar m3 su üretmektedir. Yağışla kazanılan suyun bir miktarı doğrudan buharlaşarak atmosfere dönmekte, bir miktarı yüzeysel akışla göllere ve denizlere dökülmekte, bir miktarı da yer altındaki depolara sızmaktadır. Bu süreçler işledikten sonra Türkiye’nin yerüstü su potansiyeli 94 milyar m3 tür. Yeraltı su potansiyeli ise 18 milyar m3 tür. Yeraltı ve Yerüstü yıllık toplam su potansiyeli ise 112 milyar m3tür. Toplam potansiyel su miktarını nüfusa böldüğümüzde yıllık kişi başına düşen su miktarını elde ederiz.  

Nüfus artışına bağlı olarak su tüketiminin artmasına eklenen küresel iklim değişikliği, Türkiye’nin su ile olan imtihanını her geçen gün zorlaştırmaktadır. Türkiye’de kişi başına düşen kullanılabilen yıllık su miktarı 2020 yılı itibariyle 1346 m3tür. Bu miktar 2000 yılında 1652 m3, 2009 yılında ise 1544 m3/kişi olarak gerçekleşmişti. Dünya Tarım Örgütü (FAO) tarafın yapılan sınıflandırmada, bir ülkede kişi başına düşen yıllık su miktarı 1700 m3 ve daha fazla olduğunda o ülke su zengini sayılmaktadır. Kişi başına düşen su miktarı 1700-1000 m3 arasında olduğunda su stresi var, 1000 m3 ve daha az olduğunda ise o ülkede su kıtlığı var olarak kabul edilmektedir. Türkiye bu sınıflamada su stresi yaşayan ülkeler sınıfında yer almaktadır. Her geçen yıl kişi başına düşen yıllık su miktarının azalıyor olması da stresin giderek artacağını göstermektedir.   

Bu zorlukla baş etmenin yolu insanlarımıza iyi bir su eğitimi vermekten geçmektedir. Çünkü var olan suyu arttırmak neredeyse imkansız gibidir. Suyun esas kaynağı yağışlardır. Yağışları artırmak mümkün olmadığı gibi, yıllar arasında yaşanan yağış dengesizliği (Şekil 1) ayrı bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu durumda var olan suyu kirletmeden doğru bir şekilde kullanarak uzun süre yeter olması sağlanabilir. Bunun için de çok ciddi ve kapsamlı bir su eğitimine ihtiyaç vardır.

Şekil 1 Türkiye yıllık yağış miktarları (https://mgm.gov.tr/veridegerlendirme/yillik-toplam-yagis-verileri.aspx)

Su Eğitimi Nasıl Olmalı?

Su Eğitiminin içeriği, doğal ortamda var olan suyun bütün yönleri ile tanınması ve suyun var olduğu yerden çıkarılması ya da kullanıma alınması, kullanılması ve tekrar doğaya geri bırakılmasına kadar geçen sürede suya karşı insan davranışının nasıl olması gerektiğini açıklamayı ve insan davranışını yani suyun insan tarafından kullanılmasını yönlendirmeyi amaçlar. Bunun için;

Su eğitiminin birinci boyutu suyu tanıma olmalıdır. Doğal ortamda bulunan suyun fiziksel ve kimyasal özelliklerinin, canlılar açısından besin değeri olma özelliği, Dünyanın ve yaşanılan ülke, bölge ve ya yerleşim yerinin su varlığının ne olduğunun bilinmesi suyu tanıma ile ilgili içerikte verilmesi gereken bilgiler olmalıdır.

Su eğitiminin ikinci boyutu suyu bilinçli kullanma ile ilgilidir. Yukarıda ifade edildiği gibi su bir bileşiktir. Kendime has fiziksel ve kimyasal özellikleri vardır. Suya başka bir maddenin karışması orijinal halinin değişmesine yol açar. Su aynı zamanda temizlik maddesidir. Fakat temizlik için kullanıldığında kendi kirlenebilir. Suyun bir diğer özelliği de bütün canlılar için besin değeri taşıyor olmasıdır. Bütün bunlar düşünüldüğünde, doğal olarak bulunduğu yerde suya erişiminden, besin olarak doğrudan ya da dolaylı olarak alınıp kullanılmasına, tarımsal üretimden; sanayi üretimine, gündelik ev temizliğinden, çevre temizliğine kadar çok geniş bir alanda nerede, nasıl ve ne kadar kullanılması, bir başka ifadeyle bilinçli kullanımının nasıl olması gerektiğini açıklayan içerikten oluşmalıdır.     

İyi bir su eğitimi süreci doğru planlama ile başlar. Yasal düzenlemeler ve geliştirilen kapsayıcı politikalar uygulanacak olan su eğitiminin temelini oluşturacaktır. Suyun kullanımına ilişkin yapılan yasal düzenlemelere ait uygulanma sürecinin denetlenmesi ve gerekli yaptırımların objektif bir şekilde uygulanması, su eğitiminin başarıya ulaşmasını sağlayacaktır. Yasal düzenlemeler yapılırken, yaptırımlardan ziyade, öncelikli olarak bilinçli su tüketimini özendiren ve teşvik eden yaklaşımlar ön plana çıkarılmalıdır. Örneğin şehirlerde yağmur suyu hasadı yapan binalar için atık sudan alınan vergilerden indirim yapılabilir.

Su eğitimine ilişkin yapılacak planlamanın eğitim uygulamaları aşamasında hedef kitlenin özelliklerine göre amaçların belirlenmesi ve uygun içerik oluşturulması gerekmektedir. Su eğitimi temelden yani çocuktan başlanmalıdır. Çocukların bilişsel ve duyuşsal gelişimlerine uygun içerik ve etkinlikler yapılmalıdır. İçerik ve etkinlikler çocuklar, gençler ve yetişkinler olmak üzere üç kategoriye ayrılmalıdır. Okul programlarında yer verilecek farklı ders içeriklerinin birbirini destekler nitelikte olmasına özen gösterilmelidir. Ders içi etkinliklerin yanı sıra ders dışı aktivitelerle su eğitimi desteklenmelidir.

Politikalar, yasal düzenlemeler ve eğitim içeriklerinin halka ulaştırılmasında uygun iletişim araçları kullanılmalıdır. Fakat her öğrenmede olduğu gibi örgün ve yaygın eğitim programlarının uygulama alanları su eğitiminin amacına ulaşması için kullanılabilecek ortamların başında gelmektedir. Örgün ve aygın eğitim programlarında su eğitiminin odaklanacağı iki temel nokta yukarıda da ifade edildiği gibi suyu tanıma ve bilinçli su tüketimi olmalıdır.  Bilinçli su tüketiminde iki temel üzerinde durulmalıdır. Bunlardan birincisi temiz suyun boşa akıtılmaması, diğeri ise temiz suyun kirletilmemesidir. Bilinçli su tüketimi değer eğitimi ile ilişkilendirilerek verilmesi tutum ve davranışı değiştirmede daha etkili olacağı gözden kaçırılmamalıdır.

Seçilmiş Kaynaklar

Bölük, E. (2016). Erinç İklim Sınıflandırmasına Göre Türkiye İklimi, T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Araştırma Dairesi Başkanlığı Klimatoloji Şube Müdürlüğü.

Çapar, G. (2018). Su ayak iziniz ne kadar büyük, TÜBİTAK bilim genç,

DSİ (2021). Toprak Su Kaynakları.

TC Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (csb.gov.tr) (2021). Su.

Turan, E,S. (2017). Türkiye’nin su ayak izi değerlendirmesi, 2. ULUSLARARASI SU VE SAĞLIK KONGRESİ, Turk Hij Den Biyol Derg, 2017; 74(EK-1): 55 – 62

Üstün, G.E. ve Tırpancı, A. (2015). Gri Suyun Arıtımı ve Yeniden Kullanımı, Uludağ Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dergisi, Cilt 20, Sayı 2, 119-139

WWF-Türkiye (2014). Türkiye’nin Su Ayak İzi Raporu- Su, Üretim ve Uluslararası Ticaret İlişkisi

Banaz Paşacık Yaylasında Kır Gezisi

İlkokul yıllarından halen daha çok iyi hatırladığım etkinliklerden biri de kır gezisi etkinlikleriydi. Köy okulunda birleştirilmiş sınıfta eğitim almıştık. Şimdi taşımalı eğitim nedeniyle kapanmış olan Yeşildere Rasih Çetin İlkokulunda İki öğretmenim oldu. Birisi Mehmet Dede diğeri ise Yüksel Şahin. Her ikisinden de Allah razı olsun. Hem benim Üzerimde hem de Yeşildere ve Yeşiloba köylerinin üzerinde emekleri büyüktür. Ellerinden Öpüyorum.

Yeşildere Rasih Çetin İlkokulu

Dedim ya köy okulunda okuyorduk, ama yine de kır gezisi olduğunda ayrı bir heyecan olurdu. O gün yiyeceklerimizi yanımıza alır tek sıra halinde yola düşer, okuldan uzak, yeşillik ve ormanlık bir yere gidilirdi. Gün boyu oyunlar oynanır. Yemekler yenir. İkindi vakti okula, oradan da eve gidilirdi. Bu geziler daha çok bahar mevsiminde yapılırdı. Bizim bu gezimiz güz mevsiminde oldu. daha önce aynı yaylada kışın kar yürüyüşü, baharında yine kır gezisi yapmıştık. Her ikisi de güzeldi. Güz mevsimi de ayrı güzel oluyor. Bu gün o güzelliği deneyimlemiş olduk.

Paşacık yaylası, Uşak ilinin Banaz ilçesi sınırları içerisinde Paşacık köyünün güzel bir yaylası. Yaklaşık 1200-1300 metre aralığında rakımda bulunuyor. İzmir Ankara yolunu bilenler Uşak Afyon arasında Banaz’ı Afyon’a doğru geçtiğinizde yolun sağında gördüğünüz Rüzgar Elektrik Santrallinin güneyinde yer alır. Yine aynı yol üzerinde büyük taarruzun gerçekleştiği yer olan, bu günkü Dumlupınar şehitliğinden güneye doğru baktığınızda uzaktan Paşacık yaylasını görürsünüz.

Google Earth’den alınmıştır

Yayla, Coğrafi bir kavramdır. Beşeri coğrafyada geçici yerleşmelerden biri olarak tarif edilir. Genelde ekonomik faaliyet olarak hayvancılıkla geçimini sağlayanların yaz mevsiminde hem daha serin hem de yayılımın bol olması nedeniyle ilk baharda gelip son baharda ayrıldıkları yerlerdir. Bazen, Jeomorfolojinin bir kavramı olan plato ile karıştırılır. Sebebi pek çok yerde yaylaların plato üzerinde olmasıyla ilgilidir. Paşacık yaylası da bulunduğu yer itibariyle bir plato sahasıdır.

Yayla dendiğinde ilk akla gelen Yörüklerdir. Bahar mevsiminde yapmış olduğumuz gezide bir kaç Yörük aileye rasgelmiştik. Bu günkü yürüyüş güzergahında onları görmedik. Yaylalar Yörüklerin bahardan güze kadar yaşamlarını sürdürdükleri yerlerdir. Fakat şunu biliyoruz ki, Yayla dendiğinde akla gelen Yörükler de yavaş yavaş yaylaları terk etmeye başladılar. Bunun pek çok sebebi var. Bunlardan biri yeni nesil gençlerin bu yaşam tarzına tahammül edememeleridir. Sebeplerden bir diğeri de, Yaylaya gidiş ve gelişler de yaşanan zorluklar olarak söyleyebiliriz. Yaylaya çıkanların azalmasının topluma yansımalarına en iyi örnek et, süt ve ürünlerini pahalıya yememizdir. Çünkü yaylacılık, yetiştirilen hayvanların maliyetini düşürmektedir. Eğer hayvan sürüleri yaylaya gitmezlerse daha fazla yemle beslenmek zorunda kaldığından maliyetler artmaktadır.

İşin sosyo-ekonomik boyutunu bir kanara bırakıp psikolojik boyutuna dönelim isterseniz. Şehir hayatı herkesi olduğu gibi beni de bazen yoruyor. Köyde doğmuş, Lise sona kadar küçük bir ilçe de (Demirci) eğitimine devam etmiş biri olarak Şehirden sıkıldım mı bilmiyorum. Ama ben Köyden yani kırdan kurtulmak için okumuştum. Köyde/Kırda yaşamanın zorluğunu çilesini iyi bilirim. Doğadan geçiminizi sağlayarak doğada yaşamanın hangi zorlukları getirdiğini çok iyi bilirim. Şimdi şehirde yaşıyorum (Uşak; Ne kadar şehir!!!) ve bunaldığımda kırlara kendimi atıyorum.

Kırda ne buluyorum???

Sessizlik, temiz hava, tabi ki doğallık. Yani değişmemiş, var olduğu haliyle özünü devam ettirmeyi buluyorum. Toprak, Bitki, Taş işlenmemiş, orijinal halleriyle var oldukları yerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Ya da sürdürmeye çalışıyorlar. Biz insanlar müsaade edersek. Şehirde kalabalıkların içerisinde neredeyse her şey doğallığını yitirmiş. Başta insanlar. Her yönü ile yapmacık ve tabiri caizse sahte. Yediğimiz besinler, ona keza kültüre alınma adı altında orijinal halleri değiştirilmiş. Tadı, rengi, görünüşü bambaşka olmuş gıdalarla beslenmekten hepimiz bıktık. İnsanlardan uzak yaylalarda doğallığı görmek, yaşamak mümkün ve insana yaşama hazzını tattırıyor.

Kendisi Uşaklı olan Ahmet Coşkun arkadaşımız, önceki gezilerimizde olduğu gibi yine bize rehberlik etti. Erol Duran ve Talip Yıldırım’la birlikte 4 yol arkadaşı güzel bir gün geçirdik. Temiz hava, doğal meyveler ve tabi ki en çok aradığımız sessizlik bolca vardı. Ahmet Coşkun’un teyzesinin mekanı bize merkez oldu. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Yaklaşık 3 saat süren yayla yürüyüşü esnasında en çok dikkatimizi çeken şeylerden birisi pazarda kilosu 80 lira olan alıcı hem de doğalını bedava bulmak oldu.

Alıç demişken, Hikmet Birant’ın alıç Ağacı ile Sohbetler isimli kitabını hatırlamamak olmaz. Türkiye Doğal Bitki Örtüsü ve Topraklarını bu kitabında ne de güzel anlatmıştı. Herkesin okumasını tavsiye derim.

Ahlat, Dağ eriği ve Kuşburnu gördüğümüz ve tadına baktığımız diğer meyvelerdir. Ahlatın olgunlaşmasına biraz daha var ama diğerlerinin tam mevsimiydi. Bu kadar yüksekte hem de burada kızılçamlar önemli bir yer kaplıyor. Yer yer karaçamlar kendilerine alan oluşturmuşlar. Ardıç türleri ise bu mevsimde koyu yeşil görünümleriyle doğal ortama ayrı bir güzellik katıyordu. Yerdeki toprağı korumayı kendine görev edinmiş gevenler aynı zamanda güzel çiçekleri torağın üzerini süslemeyi de ihmal etmemişler.

Tabi ki her geçen gün kaybettiğimiz su kaynakları güz mevsimi olmasına rağmen bazıları çok cılızlaşmış olsa da geneli halen daha gücünü koruyarak akmaya devam ediyordu. Şarlak çeşmesi bunların içinde en gür akanlardandı. Yenilenebilir enerji üreten Rüzgar gülleri rüzgarın durumuna göre bir çalışıyor, bir duruyor ve doğal ortam üzerinde aykırı bir görüntü oluştursalar da temiz enerji ürettikleri için kabul edilebilir bir aykırılık olarak değerlendirilebilir.

Günün sonunda sucuk ekmek, közde patates ve olmazsa olmazımız demli bir çay yorgunluğu atmamıza yardımcı oldu. Yayların, gerçek sahibi olan, Yörüklerin hayvanlarını otlattıkları ve yılın yarısında yaşamlarını gönül rahatlığıyla sürdürebildikleri yerler olmaya devam etmesi dileğiyle……..

CETETUNUN ARDINDAN

TÜBİTAK 4005 Yenilikçi Eğitim Uygulamaları 121B260 Coğrafya Eğitimine Teknoloji Entegre Edilmiş Etkinliklerin Tasarlanması ve Uygulaması 

2020 yılı Aralık ayında TÜBİTAK 4005 Yenilikçi Eğitim Uygulamaları kapsamında desteklenen CETETU isimli projeyi yapmaya karar verdik. Proje Ekibini (Prof. Dr. Adnan PINAR, Prof. Dr. Hasan KARA, Prof. Dr. Mehmet KARAYAMAN, Doç. Dr. Muzaffer ÖZDEMİR, Doç. Dr. Mehmet DENİZ, Doç. Dr. Cennet ŞANLI (15 Eylül 2021 yani dün Doçent Unvanını aldı kendisini tebrik ediyor başarılarının devamını diliyorum), Dr. Öğrt. Üyesi Adnan Doğan BULDUR, Dr. Öğrt. Üyesi Çağlar ÇAKIR, Dr. Öğrt. Üyesi Salih YILDIRIM, Öğrt. Gör. Ali MUTLU Arş. Gör Mesut IŞIKLI ve Hemşire Zeynep YALÇIN) oluşturduk ve yazmaya başladık. Aralık ayının sonunda projeyi tamamlamıştık. Ama halen daha eksikler olabileceği konusunda şüphelerimiz vardı. Neyse ki TÜBİTAK başvuru süresini bir hafta uzatınca yazdıklarımızı yeniden kontrol etme imkanı yakaladık. Son eklemeler ve düzeltmeleri yapıp Uşak Üniversitesi adına 2021 yılında TÜBİTAK’a verilen ilk proje olarak 06/01/2021 tarihinde başvurumuzu yaptık. 

CETETU benim içinde bir ilkti. Daha önce TÜBİTAK projelerinde uzman yada eğitmen olarak görev almış olsam da, yürütücüsü olduğum ilk projeydi. Projeyi yazarken daha önce yapılmış pek çok projeyi görmem gerekiyordu. Tecrübe sahipleri ile görüşmenin iyi olacağını biliyordum. Yazma sürecinde Doç. Dr. Cennet ŞANLI büyük katkı sağladı kendisine teşekkür ediyorum. Tecrübe çok önemliydi bu konuda TÜBİTAK projelerinde yürütücülük yapmış olan Prof. Dr. Ayşegül ŞEYİHOĞLU (Kendisinin bu proje ekibinde olmasını çok istedim fakat yoğunluktan dolayı katılamadı belki başka projelerde) ve Prof. Dr. Hasan KARA bana katkı sağladılar kendilerine çok teşekkür ediyorum. Prof. Dr. Adnan PINAR hocamın benimle paylaştığı birikimi için ayrıca teşekkür ederim. Proje ekibinin tamamı özverili çalışmaları ile projenin ortaya çıkmasında emek harcadılar hepsine ayrıca teşekkür ediyorum.

Pandemi şartlarının devam ettiği bu süreçte yüz yüze eğitimleri yapmanın ne kadar doğru olduğu hep aklımda bir soru olsa da yine etkinlikleri yüz yüze Uşak’ta yapmaya karar verdik. Pandemi şartları yanında Uşak’ta proje yapmak oldukça zor görünüyordu. Konaklama, yemek, kırtasiye ve tabi ki etkinliklerin yapılacağı mekanlar. Konaklama, yemek ve kırtasiye ile ilgili farklı teklifler aldık. Proje etkinlikleri esnasında teklifler içerisinden Proje bütçesine en uygun olanı tercih ettik. Eğitimin yapılacağı yer Uşak Üniversitesi Kampüsü olarak planlanmıştı fakat her ihtimale karşı B planı olarak başka bir yer daha olmalıydı. Öğretmen evi en iyisiydi diye aklımıza geldi. Uşak İl Milli Eğitim Müdürü Bülent ŞAHİN bu konuda bize destek verdi. Kendisine proje ekibim adına teşekkür ediyorum.  Hepsi cevaplanması gereken zor sorulardı. Mevcut imkanlar dahilinde TÜBİTAK’ın verdiği bütçeye uygun olarak en iyi şartları oluşturmaya çalıştık. Umarım Uşak dışından gelen katılımcı coğrafya öğretmenlerim ve Proje ekibindeki hocalarım memnun kalmışlardır.

Bu yıl kabul edilen projelerin ilanı gecikmişti. Bizde biraz bu işin olmayacağını düşünmeye başlamıştık ki Mayıs ayının sonunda 2021 yılı için 4005 yenilikçi eğitim uygulamaları kapsamında kabul edilen projeler ilan edildi. CETETU’da kabul edilenler listesinde yer almıştı. Şimdi yeni bir heyecan ve telaş başlamıştı.  

6 Eylül 2021 Pazartesi günü başlamak kolay olmadı. Mümkün olduğunca bütün coğrafya öğretmenlerine ulaşmaya çalıştık. Fakat yaz tatili girmişti. Sanırım hepsine ulaşamadık. Biz projeyi yazarken Milli Eğitimin iş takviminde okullar 13 Eylülde açılacak görünüyordu. Biz hazırlıklarımızı yaparken takvim değişti ve okulların açılması 6 Eylül’e alındı. Eyvah! sorun büyük. 

Biz her şeye rağmen başvuruları almaya başladık. 

Pandemi yaz sonuna doğru yeniden artmaya başladı. Ne yapmalıydık. Ertelemeli miydik yoksa devam mı etmeliyiz. Proje ekibiyle görüşmeler, görüşmeler, görüşmeler ve sonunda hadi yapıyoruz dedik ve katılımcı listesini belirlediğimiz ölçütlere göre belirledik ve ilan ettik. İzin alamayanlar, salgına yakalananlar, temaslı olanlar derken liste her gün yenileniyordu. Bir öğretmenim beni aradı ve Milli Eğitim Müdürünün izin vermediğini ama kendisinin bu eğitime mutlaka katılmak istediğini söyledi. Bende Milli Eğitim Müdürünü arayıp öğretmenim için izin istedim. Ve öğretmenim eğitime geldi.

Listeye her gün yeni öğretmenler ekleniyordu. Herhalde listenin 1/3 ü değişmişti. Hatta 5 Eylül Akşamı bir öğretmenim annesinin rahatsızlığı nedeniyle mazeret beyan edip özür dileyerek katılamayacağını bildirdi. Yarın sabah etkinliklere başlıyorduk ve yeni bir öğretmen davet etmek bu saatten sonra çok zordu. Bizde Yolumuza coğrafya eğitimi sevdalısı, eğitime teknoloji entegrasyonu meraklısı 29 gönüllü coğrafya öğretmeni ile devam ettik. 

İyi ki devam etmişiz. Benim için yorucu fakat Projeye katılan coğrafya öğretmenlerimin neşesi, öğrenme isteği, uygulamalar esnasında gösterdikleri katılım ve birde dördüncü gün katılımcı öğretmenlerimin göndermiş olduğu çiçek bütün yorgunluğumu alıp götürmüştü. Proje ekibi de 5 günün sonunda benimle aynı duyguları paylaşıyordu. Öğretmenlerim de umarım aynı düşüncededirler. Yüzümüze mutlu olduklarını söylediler. İyi ki geldik dediler.  

6 Eylülde Projemizin açılışını yaptık. Tanıştık. Blog yazdık. Altı şapkalı düşünme tekniği ile Coğrafya Eğitimine Teknoloji Entegrasyonunu tartıştık. Umarım Projeye katılan coğrafya öğretmenlerim burada başlattıkları Blog’larına yazmaya devam ederler ve yazdıkları güzel bloglarla coğrafya ve öğretmenlik mesleğine katkı sunarlar.

Beş gün boyunca 17 etkinlik yaptık. Bunlardan ikisi arazide yapıldı. Şehrin tarihi dokusu ve Ulubey kanyonunu gezdik. Müzeleri ziyaret ettik. İl Kültür ve turizm Müdürü Sayın Sabri CEYLAN hem projemizin açılışına katılarak hem de müze gezilerimizde bize yardımcı olarak kolaylık sağladılar. Kendisine Proje ekibim adına teşekkür ediyorum. Gezerken çektiğimiz fotoğraflarla 4. gün yapacağımız belgesel hazırlama etkinliğinin dokümanlarını topladık. 

Diğer etkinliklerimizden 4’ü Uşak Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi CBS laboratuvarında yapıldı. Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Lütfi ÖZAV’a Projemizin açılışına gelerek ve Laboratuvarın kullanılmasında vermiş olduğu destek nedeniyle teşekkür ediyorum. Projenin 3. gününde ARC GIS ve QGIS kullanarak nasıl etkinlik yapabileceğimizin tasarım ve uygulamasını yaptık. Umarım faydalı olmuştur.

Projemizin 4 ve 5. günleri WEB 2 araçlarını kullanarak coğrafya eğitimine teknoloji entegre etmeyi planladık. WEBQUEST hazırladık. Google Earth ile sanal arazi gezisi yaptık. Belgesel hazırladık. Dijital ortamda kavram haritaları ve sınav/Quiz hazırladık. 4. günün akşamında gündüz hazırladığımız belgeselleri izledik ve yarışma yaptık. Birazda eğlendik diye düşünüyorum. Burada Neslihan öğretmenime ayrıca teşekkür ediyorum. Güzel sesi ile söylediği içli türküler günümüze fark kattı. Belgesellerin her birisi bir kategoride birincilik ödülü aldı. Gayretlerinden dolayı proje katılan bütün öğretmenlerimi tebrik ediyorum. 

Son gün kapanış günüydü. Üç etkinlik Kahhoot, Dijital portfolyo ve Artırılmış gerçeklik. Çanakkale 18 mart Üniversitesinden bize katılan Doç. Dr. Muzaffer ÖZDEMİR hocanın yapmış olduğu Arttırılmış gerçeklik etkinliği hem öğretici hem de eğlendirici oldu. Umarım projeye katılan coğrafya öğretmenlerim burada almış oldukları eğitimi ve materyalleri sınıflarında kullanabilme imkanı bulurlar.

Etkinliklerimizi planlarken Eğitime Teknoloji Entegrasyonu modellerinden SAMR modelini daha çok dikkate aldık. Biz burada öğretmenlerin ders anlatırken kullanacakları materyalleri üretmekten ziyade, Eğitime teknoloji entegrasyonun aslı olan öğretmenin tasarlayıp öğrencilerin yaparak öğrenecekleri bir etkinlik planı hazırlamaya çalıştık. 

Öğrenciler öğrenirken 4 temel aktivitede bulunurlar; Okuma, Yazma, Araştırma ve Sunma. Öğrenci bu aktiviteleri yaparken teknolojiyi işe koşuyorsa, eğitime teknoloji entegrasyonu yapılmış olur. Teknolojinin işe koşulması farklı şekillerde olabilir. Kağıttan okumak yerine ekrandan okuya bilir. Okuma etkinliğinin bu şekilde yapılması da eğitime teknoloji entegrasyonudur. Ya da Öğrenciler ses, animasyon veya video araçlarını kullanarak ta okumayı gerçekleştirebilirler. 

Ödevlerini A4 kağıdına yazarak elden teslim etmek yerine Word belgesine yazıp, Mail yoluyla öğretmenlerine gönderebilirler. Yada onlarda bir blog sayfasında hazırladıkları sunumlarını paylaşabilirler. Hatta çalıştıkları okulun Blog sayfasını tasarlayan öğretmemin olacaktır. Kim bilir…..

Beş günü bu düşünce alt yapısıyla planladık ve uyguladık. Umarım başarılı olmuşuzdur. Katılan öğretmenlerde de düşünce alt yapımızdaki gibi bir alt yapı oluşturabilmişizdir. Coğrafyacının bakışı farklıdır. Herkes bakar, coğrafyacı görür. Bu nedenle Coğrafya öğretmenleri yaptıkları gezilerde çektikleri videoları ve fotoğrafları kullanarak daha etkili ders materyali oluşturabilirler. Hatta öğrencilerine bu etkinliği ödev olarak verebilirler.

Araziye gidemeseler de Google Earth programını kullanarak öğrencileri ile birlikte sanal ortamda arazi çalışması yapabilirler. 

Kendilerine ait bir portfolyo oluşturabilirler. Hatta öğrencilerinin çalışmaları takip etmek için onlarında dijital portfolyo hazırlamalarına yardımcı olabilirler. Ve diğer etkinlikleri………..

Eğer katılan öğretmenlerim burada birlikte tasarladığımız ve uyguladığımız etkinliklerden hiç olmazsa bir kaçını coğrafya öğretirken uygulayabilirlerse ne mutlu bize.

CETUTU ekibine ve Katılımcı coğrafya öğretmenlerime teşekkür ediyorum. Sağlıcakla kalın. 

Prof. Dr. Adem SEZER

Proje Yürütücüsü