Türk Dünyası Dijital Vatandaşlık Projesi

Türk Dünyası Coğrafyası 1: Türk Dünyasının Tarihi Coğrafyası

Bir milleti diğerinden ayırt eden en önemli özelliği kültürüdür. Kültür ise bir coğrafyada mayalanır ve gelişir. O coğrafyanın ikliminin, yer şekillerinin, suyunun, bitki örtüsünün ve diğer coğrafi şartların sağladığı imkanlar veya getirdiği sınırlılıklara göre şekillenir. Dolayısıyla kültür coğrafyanın eseridir. Bir milletin boyları, aileleri veya fertleri ne kadar geniş coğrafyaya yayılmış olsalar da onların ortak özelliklileri kültürleridir.

Günümüz Türk Dünyası Coğrafyası

İbn Haldun’a göre, Irki vasıfların ve kavmi hususiyetlerin vücuda gelmesinde asıl olan fiziki çevre ve iklim şartlarıdır. Coğrafi muhitin tesiriyle belli bir takım maddi ve manevi vasıf ve hususiyetler kazanan ırklar ve kavimler, bulundukları arazi parçasını değiştirip farklı bir fiziki muhite gitseler, evvelce kazandıkları vasıf ve hususiyet ebedi olmamak şartıyla, uzun bir müddet nesilden nesile geçecek ve soy takip edecektir, ictimai adet, itiyat (alışkanlık) ve yasama tarzı için de söylenecek söz budur (Mukaddime cilt 1, sayfa 265, Çevirenin yorumu). 

Bu gün Tük milletini anlamanın yolu kültürünü doğru anlamaktan geçmektedir. Kültürü doğru anlamak için o kültürün içinde doğduğu, büyüyüp geliştiği coğrafyayı iyi bilmek ve doğru yorumlamakla mümkündür. Aksi halde coğrafyadan bağımsız yapılan yorumlar yanlış olacaktır.

Türkler bilinen tarihte varlığını kesintisiz olarak sürdürebilmiş çok az milletten biridir. Son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar ve tarih araştırmaları Türklerin tarihini her geçen gün daha eskiye götüren kanıtlara ulaşmaktadır. Herodot’un doğu kavimleri arasında zikrettiği “Targita’lar”, İskit topraklarında oturdukları söylenen “Tyrkae (Yurkae)ler”, Yafes’in torunu “Togharma” hatta “Troia”lılar ile ilişkilendiren araştırmalar bulunmaktadır.

İstisna görüşleri bir kenara bırakırsak, Türklerin tarih sahnesine çıktıkları en eski coğrafya, Asya kıtasında Altay ve Sayan dağları arasında günümüzde Rusya’ya bağlı Altay, Hakasya ve Tuva özerk cumhuriyetlerinin bulunduğu yer olarak kabul edilmektedir. MÖ. 2000’li yıllar ile MÖ 8. Yüzyıllar arasına tarihlenen Andronova kültür döneminde Türk Bozkır Kültürü doğmuş, kimlik kazanmış ve devlet haline dönüşmüştür. Bu dönemde yaşanılan coğrafi şartlar denizden uzak, yüksek dağlarla kaplı, şiddetli karasal iklim, uzun ve soğuk kışların yaşandığı, daha çok Tayga Ormanlarının bulunduğu ve etrafa yayılan güçlü akarsuların kaynağını aldığı bir coğrafyadır.

Zaman içerisinde artan nüfusla birlikte yaşanılan sosyal ve ekonomik hayatın getirdiği zorluklar, komşularla yaşanan sıkıntılar, iklimde meydana gelen değişmelere bağlı ortaya çıkan sorunlar nedeniyle farklı yönlere göçler başlamıştır. Milattan önce başlayan bu göç süreci yüzyıllarca devam etmiştir. Anayurttan başlayan göç hareketi ile birlikte farklı coğrafyalar ve farklı kültürlerle temas edilmiştir. Dağlardan uçsuz bucaksız düzlüklere, ormanlardan geniş bozkır ve steplere geçilmiş hatta çöller Türkler için Yurt olmuştur. Uzun bir süre bu coğrafi özellikler Türklerin Asya’daki yaşam alanını oluştururken, kültürlerini de şekillendirmiştir.

Bu coğrafyanın sunduğu imkanlar çerçevesinde sosyal ve ekonomik hayat şekillenmiştir. Bu coğrafyada yapılabilecek en uygun ekonomik faaliyet olan hayvancılık Türkler için geçim kaynağı olarak gelişmiştir. Coğrafyanın iklimine bağlı olarak yaşanan kurak ve yağışlı dönem hayvanlar için zaruri olan otlakların gelişme dönemlerini ve yerlerini takip etmeyi gerektirmiştir. Bu durum göçebe hayatı beraberinde getirmiştir. Bu günde halen devam eden, Anadolu’da Yörük kültürü olarak adlandırılan, yayla-kışla arasında gidip gelme şeklindeki sosyo-ekonomik yaşam tarzının temeli uzun bir süre yaşanılan coğrafyanın ortaya çıkardığı kültürün devamıdır.

Devlet olmanın getirdiği avantajlar kadar devlette devamlılığı sağlamak için yapılması gerekenler, uyulması gereken yasalar, millet olarak kendi içinde ve diğer milletlerle olan ilişkilerin düzenlenmesi ve yürütülmesi süreçlerinde bazı dönemlerde yaşanan sıkıntılar olmuştur. Bu sıkıntılar coğrafyadan kaynaklı sebeplere eklendiğinde daha büyük göçler yaşanmıştır. Hun devletinden kopan bir grup Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Avrupa’nın ortalarında yeni bir Hun devleti (Avrupa Hun Devleti) tesis ederken, Türk Dünyasının Coğrafyasını ilk defa Asya’nın dışına genişletmiştir. Bu göçler Karadeniz’in kuzeyini uzun yıllar hakim olunacak Türk coğrafyası haline getirmiştir. Bu göçler aynı zamanda, her ne kadar sosyal ve ekonomik hayatın içerisine pek girmemiş olsa da, Türkleri denizle tanıştırmıştır.

Hunlar ve Göktürkler dönemi Asya’daki Türk coğrafyası, doğuda büyük okyanusa kadar uzanmıştır. Güneyde Himalaya dağları doğal bir sınır oluştururken, kuzeyde Güney Sibirya stepleri Türklerin hakimiyet alanı sınırları içerisinde kalmıştır. Ural dağları ve devamında hazar denizi bu dönemin coğrafyasının batı sınırını oluşturmuştur.   

Türklerin anayurdu dendiğinde akla gelen iki isim Ötüken ve Ergenekon Asya’dadır. Ergenekon destanlarda adı geçen bir yer ismidir. Geçmiş yıllarda daha çok mitolojik bir isim olduğu düşünülen Ergenekon, son yıllarda gerçek dünyada da var olduğuna dair deliller gösterilerek yeri tarif edilmeye başlanmıştır. Tarihçi Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL bölgede uzun süreli saha araştırmaları yapmıştır. “Gökbörü’nün İzinde Kadim Türklerin Topraklarında” isimli eserinde Altay dağlarındaki gözlemlerinden bahsederken, destanlarda anlatılan Ergenekon’un Altay dağlarında olması gerektiğini düşündüren yerlere rastladığını anlatmaktadır.  Uluslararası Türk Akademisi ve TİKA’nın birlikte yürüttüğü araştırmalar Taşağıl’ın tespitlerini destekler niteliktedir.

Orhun Yazıtları

ÖTÜKEN Türklere ait yazılı kaynaklarda adı zikredilen bir coğrafyanın adıdır. Bu günkü Moğolistan sınırları içinde Orhun nehri kenardaki Kültigin kitabesinin güney yüzü 3-4 ve 8. satırlarında:

“Türk kağanı Ötüken ormanında oturursa ilde sıkıntı yoktur.”

“Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş”

Ötüken yerinde oturup kervan kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyyen il tutarak oturacaksın.”

şeklinde öneminden bahsedilmektedir. Bu kadar önemli olan bir yer mutlak var olmalıdır. Erhan Aydın “Ötüken Adı ve Yeri Üzerine Düşünceler” isimli çalışmasında ÖTÜKEN ‘in yerinin Moğolistan’ın Zavhan-Aymak sınırları içerisinde bulunan Hangay (Khangai) dağları silsilesi içerisinde ve 4021 m. yükseklikteki Otgon Tenger dağı olduğunu farklı kaynaklarla delillendirerek  tarif etmektedir. Orhun yazıtları dışında Ötüken-Uygur devleti dönemine ait Tariat yazıtında da Ötüken’in yeri ayrıntılı bir şeklide tarif edilirken;

(. . . . . . . . . ikisinin arasında vadilerim ve Sekiz [kollu] Selenge, Orhun, Tuul, Sebin (Seben?) Teledü {Teldü?), Karağa, Burgu. Ben, bu ve bu sularım (boyunca) konup göçerim. Yaylağım Ötüken’in kuzey (tarafı) batı ucu, Tes (ırmağı) başı, doğusu  Hanui gol ve Hünüin gol (ırmakları) ….. iç otağım Ötüken’in kuzeyi; Ongi Tarkan (Vezir) Süy, düşman millet …….. Kağanınki: Güney ucu Altay dağları, batı ucu Kögmen (=Tannu-Tuva dağları), doğu ucu …. .. ) (Tariat G 4-5)

adı geçen ırmak ve dağ gibi coğrafi unsurlar dikkate alındığında Ötüken’in daha geniş bir coğrafya olduğu anlaşılmaktadır. Kutadgu Bilig’de de adı geçen Ötüken, Divan-ı Lugati’t Türk’te “Tatar çöllerinde Uygur ülkesine yakın bir yerin adı” olarak ifade edilmektedir. Bütün bu veriler değerlendirildiğinde Türkler için kutsal sayılan Ötüken Coğrafyası bu günkü Moğolistan sınırları içerisinde başkent Ulan Baturun doğusundan başlayarak Altay dağlarına kadar uzanan, güneyinde Gobi Çölü, kuzeyinde Sayan dağlarının yer aldığı, merkezinde Hangay (Khangai) dağları silsilesi içerisindeki Otgon Tenger dağının yer aldığı bölge olarak tarif edilebilir.  

Türk milletinin tarihi, dili, edebiyatı, siyaseti, sosyolojisi ve dönemin coğrafyası hakkında pek çok bilgi kaynağı olma özelliği taşıyan Orhun yazıtları da Ötüken olarak adlandırılan coğrafyanın içerisinde yer almaktadır.

Türk Dünyası Coğrafyası daha önce Avrupa Hunları ile Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa ortalarına kadar genişlemişti. Akhunlar ile birlikte Himalayaların güneyine inen coğrafi sınırlar 9. Yüzyıldan sonra Hazarın batısına ve oradan Akdeniz’e,  Anadolu’ya ve Osmanlı ile Tekrar Avrupa’ya ve Afrika’nın kuzeyine kadar genişlemiştir. 17 yüzyılda Babür İmparatorluğa ile Hint okyanusuna inerken Osmanlı İmparatorluğu ile Karadeniz ve Doğu Akdeniz Türk coğrafyasının iç denizi haline gelmiştir.

Tarihi süreç içerisinde Türklerin bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olmaları; Farklı Millet ve Kültürlerle (Çin, Rus, Hint, Fars, Arap, Avrupa, ….) temas ederek kültürel olarak zenginleşme, farklı kültürlere karşı hoş görülü davranma, diğer toplumları yönetme kabiliyeti kazandırmıştır. Farklı iklimlerde yaşamak aynı zamanda farklı ekonomik faaliyetlere ilişkin beceri kazanmalarına imkan sağlamıştır. Bazen de diğer toplumlar arasında eriyerek kültürel kimliklerini kaybetmeleri ve gidip devlet kurdukları coğrafyada sayıca az olmanın sonucu olarak coğrafyadaki hakimiyetlerini bir müddet sonra kaybetmeleri gibi olumsuz sonuçlar doğurmuştur.

ademsezer tarafından yayımlandı

Ben bir hiçim.......

Yorum bırakın